Rüzgâr, gölün yüzeyini keskin bir bıçak gibi yarıyordu. Gölün kuzeyi, kasabanın en ürkütücü bölgesiydi. Orası yıllardır kimsenin gitmeye cesaret edemediği, eski efsanelerle anılan bir yerdi. Eylül, babasının defterinde altı çizili olan o cümleyi tekrar okudu:
“Kuzeyde, dev çınarın altına bak.”
Sırtında çantası, elinde feneri ve defteriyle yola koyuldu. Ormanın içinden geçerken ayaklarının altında kuru dallar kırılıyor, gece kuşlarının çığlıkları kulaklarında yankılanıyordu. Her adımda kalbi biraz daha hızlandı.
Kuzeye vardığında göğe uzanan dev bir çınar gördü. Gövdesi o kadar kalındı ki bir insan kollarını açsa bile saramazdı. Çınarın altında eski, kırık taşlardan yapılmış bir mezar taşı vardı. Üzerinde sadece şu yazıyordu:
“L.A.”
Eylül’ün gözlerinden yaşlar süzüldü. Ellerini toprağa koydu. “Baba, Leyla’yı buldum,” diye fısıldadı.
Ama kazmak için elleri yetmezdi. Çantasından küçük bir kürek çıkardı ve toprağı kazmaya başladı. Toprak ağır ve nemliydi, her kazışında sanki gölün laneti ona karşı direniyordu.
Kazdıkça eski bir tabutun tahtasına ulaştı. Tahtaya dokunduğunda birden rüzgâr şiddetli bir şekilde esti. Sanki biri “Dur!” diyordu. Ama Eylül durmadı. Tabutu açtığında içinden bir mektup çıktı. Mektup yıllar öncesinden Leyla’nın el yazısıyla yazılmıştı:
“Eğer bu satırları bir gün biri okursa bilsin ki, Aslanbey ailesi beni bu mezara gömdü. Ben ölmedim, öldürüldüm. Beni göle atan onlar. Ahmet… beni kurtaramadın, ama kızın belki başarır.”
Eylül mektubu okudukça dizlerinin bağı çözüldü. Babasının neden bu kadar acı çektiğini daha iyi anlamıştı.
Tam o sırada ormanın içinde bir yaprak hışırtısı duyuldu. Fenerini çevirdiğinde dört adamın yaklaşmakta olduğunu gördü. Kollarında silahlar vardı.
“Kaçamazsın artık,” dedi en öndeki adam.
Eylül mektubu ve Leyla’ya ait kolyeyi çantasına koydu.
“Gerçeği susturamayacaksınız!” diye bağırdı.
Adamlar etrafını sardı. Biri silahını doğrulttu.
“Babana yaptığımız gibi seni de gölün dibine göndereceğiz.”
Eylül bir anlık cesaretle çantasından bıçağı çekti, en yakındaki adamın elini yaraladı. Ormanın içine doğru koştu. Arkasından kurşun sesleri geldi, bir ağaç kabuğuna saplanan merminin sesi kulaklarını çınlattı.
Koşarak gölün kenarına ulaştı. Gökyüzü kapkaranlıktı, sadece ayın solgun ışığı gölü parlatıyordu. Çaresizce gölün ortasına doğru yüzen eski bir kayığı fark etti. Kayığa atladı ve kürek çekmeye başladı.
Ama kayığın arkasında bir motor sesi duyuldu. Siyah camlı bir tekne, hızla üzerine geliyordu.
Eylül korkuyla kürek çekti.
“Baba, bana güç ver!” diye fısıldadı.
Tam tekne ona yetişecekken, gölün ortasında bir şey parladı. Suyun altından gelen bir ışık… Sanki Leyla’nın ruhu onu koruyordu.
Kayık aniden hızlandı, sanki görünmez bir güç onu itiyordu. Tekne ona yetişemedi. Eylül gölün ortasında durduğunda ışığın geldiği yere baktı. Dalış tüpünü çıkardı ve bir kez daha suya daldı.
Suyun derinliklerinde, yosunlarla kaplı eski bir sandık buldu. Sandığın üzerinde şu yazıyordu:
“Gerçek burada başlar.”
Sandığı açtığında içinden Leyla’ya ait eşyalar ve eski bir ses kaydı çıktı. Kaydı dinlediğinde Leyla’nın sesi yankılandı:
“Ahmet, eğer bu kaseti bulursan bil ki beni öldürdüler. Aslanbey ailesi gölü kanla doldurdu. Kızına söyle… kaçmasın. Gerçeği anlatsın.”
Eylül gözyaşlarıyla kaseti aldı ve tekrar yüzeye çıktı.
Kasabaya Döndü
Artık elinde her şeyi kanıtlayacak yeterli delil vardı: Mektuplar, kaset, kamera görüntüleri ve Leyla’nın son sözleri. Kasabaya döndüğünde güneş yeni doğuyordu.
Ama bu kez Aslanbey ailesi beklemiyordu. Kasabanın meydanı boştu. Sessizlik korkunçtu. Kapılar kilitlenmiş, pencereler kapalıydı.
“Fırtına yaklaşıyor…” diye mırıldandı Eylül.