Yusuf Kara’nın gölde kaybolmasının ardından kasaba bir süre sessizleşti. Herkes rahatladığını sanıyordu. Ancak Eylül, gölün kenarında hâlâ fısıltılar duyuyordu.
Geceleri gölden yükselen bir kadın sesi ona şöyle diyordu:
“Henüz bitmedi. Gerçek yüzeye çıkmadı.”
Eylül ürpererek babasının defterini açtı. Defterin son sayfasında silik bir yazı vardı:
“Leyla’nın katili Yusuf değil… gerçeği kuzeyde ara.”
Deniz, Eylül’ü sakinleştirmek için kasabanın kütüphanesine götürdü. Orada Ahmet Kaya’ya ait eski gazeteleri buldular. Bir haberde şunlar yazıyordu:
“Kasabanın eski belediye başkanı ve Aslanbey ailesi arasında gizli anlaşma iddiası…”
Eylül, gazeteyi okurken nefesi kesildi.
“Baba… sadece Yusuf’la değil, bütün kasabanın geçmişiyle savaşmış.”
Deniz, Eylül’e baktı. “Belki de babanın ölümü kazayla olmadı. Onu susturmak isteyen çok kişi vardı.”
Defterdeki ipucunu takip ederek kuzey ormanına gittiler. Bu kez yanlarına kasabadan birkaç cesur genç de katıldı. Ormanın en derin yerine vardıklarında toprağa gömülü eski bir sandık buldular.
Sandığın içinden şunlar çıktı:
Leyla’ya ait bir şal.
Üzerinde kan lekesi olan eski bir mektup.
Ve Ahmet’in çektiği, henüz ortaya çıkmamış fotoğraflar.
Fotoğrafların birinde Aslanbeylerle birlikte bir başka adam vardı: Kasabanın eski belediye başkanı.
Eylül fısıldadı:
“Demek ki bu sır sadece Yusuf’un değil, kasabanın tamamının günahı.”
Tam sandığı incelerken ormandan silah sesleri duyuldu. Maskeli adamlar onlara saldırdı. Eylül ve Deniz can havliyle kaçmaya çalıştı. Yanlarındaki gençlerden biri yaralandı.
Maskeli adamlar bağırıyordu:
“Kasabayı terk edin! Yoksa göle gömülürsünüz!”
Eylül korkuyla ama kararlılıkla cevap verdi:
“Gerçekten kaçmayacağım. Ne olursa olsun öğrenmek zorundayım.”
Eylül ve Deniz, eski belediye başkanını buldu. Artık yaşlı bir adamdı, yatağında ölümle pençeleşiyordu.
“Leyla’yı ben göle atmadım,” dedi hırıltılı bir sesle. “Ama Aslanbeylerle beraber sustum. Çünkü onlar bana ölüm getirecekti.”
Eylül gözyaşlarıyla bağırdı:
“Babamı neden susturdunuz?”
“Çünkü Ahmet her şeyi biliyordu… Tüm kasabanın günahlarını.”
Malikanede yaptıkları aramalarda Ahmet’in Leyla’ya yazdığı ama hiç gönderemediği bir mektup buldular:
“Sevdiğim Leyla, eğer bir gün bu satırları okursan bil ki seni koruyamadım. Ama kızım Eylül, bizim yarım kalan hikâyemizi tamamlayacak. Ona güven…”
Eylül mektubu okurken ağlamaktan kendini alamadı.
“Baba, söz veriyorum. Senin başladığın savaşı bitireceğim.”
Kütüphanedeki eski haritaları incelerken gölün altında bir batık köy olduğunu öğrendiler. Yıllar önce kasaba başka bir köyün üzerine inşa edilmişti. Bu köy, büyük bir yangın ve sel felaketiyle suya gömülmüştü.
Deniz şaşkınlıkla fısıldadı:
“Belki de gölün laneti buradan geliyor. O köyde ölenlerin ruhları hâlâ huzursuz.”
Eylül ve Deniz dalış ekipmanı alıp gölün derinliklerine indiler. Yosunlarla kaplı eski evleri, yıkık duvarları gördüler. Bir evin kapısında kanlı bir yazı dikkatlerini çekti:
“Beni bul.”
Kapıyı zorla açtıklarında Leyla’nın kolyesine benzeyen ikinci bir kolye buldular. Yanında paslanmış bir anahtar vardı.
Kasabaya döndüklerinde yeni bir mektup buldular. Yusuf Kara’dan geliyordu.
“Hâlâ yaşıyorum. Beni öldüremediniz. Eylül, seni gölde bekliyorum. 3 gün içinde gelmezsen kasabayı yakarım.”
Eylül ve Deniz şok oldu. Yusuf’un ölmediği kesinleşmişti.
“Bu savaş daha bitmedi,” dedi Eylül.
Eylül, babasının defterine bakarak son bir karar aldı:
“Yusuf’la gölde yüzleşeceğim. Kaçmayacağım. Bu kasabanın lanetini bitirmek için son kez dalacağım.”
Deniz karşı çıktı.
“Bu bir tuzak olabilir!”
“Biliyorum ama başka yol yok. Babamın ruhu ancak böyle huzura kavuşacak.”
Gecenin sessizliğinde göl, adeta yaklaşan fırtınayı bekliyordu…