Kasabaya dönüşlerinden birkaç hafta geçmişti. Göl, her zamankinden daha sessizdi. Sabah sisleri suyun üzerinden ağır ağır yükseliyor, Eylül’ün içindeki huzursuzluğu aynen yansıtıyordu.
Deniz, göl kenarında ona kahve uzatırken gülümsedi:
“Artık hiçbir şey seni korkutamaz, Eylül.”
Eylül yudum aldı ve göle baktı:
“Beni korkutan göl değil, içimde hâlâ yanıt bulamamış sorular.”
O sırada bir çocuğun göl kenarında bulduğu eski bir kolye dikkatlerini çekti. Kolye paslıydı ama üzerinde “L.K.” harfleri yazılıydı.
“Leyla Kaya…” dedi Eylül titreyerek.
Bu kolye, geçmişten gelen yeni bir işaretti.
Eylül kolyeyi eline aldığında bir anlığına sanki Leyla’nın sesini duydu.
“Beni gölden çıkar…”
Şaşkınlıkla kolyeye baktı. Deniz bunu fark etti:
“Ne oldu?”
Eylül kolyeyi sıktı:
“Leyla hâlâ burada… Göl onu bırakmamış.”
Ertesi gün kasabanın yaşlılarından biri, Eylül’e ilginç bir hikâye anlattı:
“Leyla o kolyeyi kaybettiği gün ortadan kaybolmuştu. O kolye gölün lanetini taşır derler.”
Kasaba kütüphanesinde araştırma yaparken, Eylül eski bir defter buldu. Defter Leyla’ya aitti. Sayfaların birinde şu yazılıydı:
“Beni göl çağırıyor. Orada huzur bulacağım. Ama döner miyim, bilmiyorum.”
Eylül defteri okurken gözyaşları aktı.
“Leyla… sen ne yaşamışsın?”
Deniz, Eylül’ün omzuna dokundu:
“Belki de gölde saklı kalan son sırları açığa çıkarmamız gerekiyor.”
Eylül o gece göl hakkında bir rüya gördü.
Sisli bir gecede Leyla suyun üzerinde yürüyordu, yüzü solgundu.
“Beni bulmazsanız, siz de kaybolacaksınız,” dedi.
Eylül ter içinde uyandı.
“Bu bir uyarı,” diye fısıldadı.
Deniz yanındaydı:
“Artık rüyalar bile seni bırakmıyor.”
Bir dalgıç yardımıyla gölün derinliklerine inmeye karar verdiler. Eski efsanelere göre gölün altında batık bir köy vardı.
Eylül dalgıç kıyafetini giyerken içinden şunu düşündü:
“Baba, senin sırrını buldum, şimdi Leyla’nın sırrını da bulacağım"
Dalgıçla birlikte göle indiler. Karanlık, suyun altında daha da yoğun hissediliyordu. Sanki göl onları yutmak istiyordu.
Suyun altında gerçekten de eski bir köy kalıntısı vardı. Taş duvarlar, yarısı çamura gömülmüş bir çeşme, yosun tutmuş pencereler…
Eylül, bir evin önünde asılı eski bir kolye daha buldu. Üzerinde Leyla’nın isminin baş harfleri vardı.
“Burası Leyla’nın kaybolduğu yer,” dedi dalgıç telsizinden.
Tam çıkacakları sırada eski bir sandık buldular. Sandığı güçlükle su yüzeyine çıkardılar.
Sandığın içinde Leyla’ya ait mektuplar ve bazı fotoğraflar vardı.
Mektuplardan biri Eylül’ün kanını dondurdu:
“Ahmet’e söyleyin, beni buraya Cemil zorla getirdi.”
Eylül şaşkınlıkla Deniz’e baktı:
“Leyla’nın kaybolmasında Cemil’in de parmağı varmış…”
Bu yeni bilgi Eylül’ün öfkesini yeniden alevlendirdi.
“Demek ki babamın savaşı sadece Cemil’in suçlarıyla ilgili değildi. Leyla’nın intikamı da varmış.”
Deniz, “Bu hikâye bitmedi Eylül. Belki Cemil’in hala adamları bir şey saklıyor,” dedi.
Kasabaya döndüklerinde bazı yabancı adamların onları takip ettiğini fark ettiler. Cemil tutuklansa bile, onun yerine geçmek isteyen yeni bir tehlike vardı.
Eylül, “Bu kasaba hiç huzur bulmayacak mı?” diye sordu.
Deniz, “Bulacak. Ama önce bu adamların ne planladığını öğrenmeliyiz,” dedi.
Kasabanın yaşlı kadını, Eylül’e göl hakkındaki son efsaneyi anlattı:
“Göl, yalanları ve günahları saklar. Ama gerçek ortaya çıkmazsa, yeni kurbanlar alır.”
Eylül derin bir nefes aldı:
“Bu yüzden Leyla’nın sesi bana rüyada göründü. Çünkü hala gerçek tam anlamıyla ortaya çıkmadı.”
Eylül ve Deniz, Leyla’nın mektuplarını incelerken bir harita buldu. Harita, gölün kuzeyinde ormanın derinliklerinde bir yer işaret ediyordu.
“Burası belki de Leyla’nın saklandığı ya da öldürüldüğü yer olabilir,” dedi Deniz.
Eylül, “Ne olursa olsun oraya gideceğiz,” diye yanıt verdi.
Ormanın derinliklerine girdiklerinde sessizlik kulaklarını çınlattı. Toprak yol, çürümüş ağaçlarla kaplıydı.
Eylül, “Burası çok ürkütücü,” dedi.
Deniz, “Korkma. Yanındayım,” diye fısıldadı.
Bir süre sonra yerde yarı gömülü eski bir ayakkabı buldular. Ayakkabı Leyla’ya aitti.
“Burada bir şey olmuş,” dedi Eylül, elleri titreyerek.
Ormanda yaşlı bir adamla karşılaştılar. Adamın yüzü kırış kırıştı, gözleri bulanık bakıyordu.
“Leyla’yı hatırlıyor musun?” diye sordu Eylül.
Adam başını salladı:
“Onu buraya getirdiler. Gölün laneti, Cemil’in ellerindeydi. Bir daha çıkamadı.”
O gece göl kenarında otururken, Eylül suya bakarak kendi kendine konuştu:
“Leyla… Seni buradan kurtaracağım. Adın unutulmayacak.”
Deniz ona sarıldı. “Senin kadar güçlü birini tanımadım.”
Sabah olduğunda gölde garip bir şey oldu. Su bir anda kabardı, sanki bir fırtına kopacak gibiydi.
Eylül ürperdi. “Bu göl… bize bir şey anlatıyor.”
Deniz, “Belki de göl artık sırrını kusuyor,” dedi.
Cemil’in eski adamlarından biri, gece yarısı evlerine saldırdı. Deniz adamı etkisiz hale getirdi ama Eylül çok korktu.
“Bu iş burada bitmeyecek,” dedi Eylül, titreyerek.
“Hayır,” dedi Deniz, “artık hepsini bitirme zamanı.”
Eylül, babasının defterinden kalan son notu buldu:
“Leyla, gölün kuzeyindeki saklı mağarada tutuldu.”
Bu not, Leyla’nın son anlarına ışık tutuyordu.
Ormanın derinliklerinde bir mağara buldular. Mağaranın duvarlarında Leyla’nın adının kazınmış olduğunu gördüler.
Eylül gözyaşlarıyla yere çöktü:
“Baba… Leyla burada ölmüş olabilir mi?”
Deniz onu kaldırdı: “Belki de bir iz bırakmıştır. Araştıralım.”
Mağaranın sonunda eski bir kemer, kemerin üstünde de kanla yazılmış bir isim vardı:
“Ahmet.”
Eylül dondu kaldı. “Babam buraya gelmiş… belki de Leyla’yı bulmaya çalışmış.”
Mağaradan çıktıklarında yeni bir karar almışlardı.
“Leyla’nın hikâyesi bitmedi,” dedi Eylül.
Deniz başını salladı:
“Bundan sonrası sadece geçmişle değil, gelecekle de savaşmak demek.”