Gece boyunca gözünü kırpmadı Eylül. Aynadaki parmak izleri, birisinin odasına girdiğinin kanıtı gibiydi. Ama kapılar kilitliydi, pencereler kapalıydı. “Biri bana oyun oynuyor,” diye fısıldadı kendi kendine.
Sabah olduğunda, babasının ölümünden kalan tek iz olan eski defteri eline aldı. Defterin ilk sayfasında garip bir cümle vardı:
“Göl, konuşursa gerçek susar.”
Bu cümlenin ne demek olduğunu anlamaya çalışırken telefonuna bilinmeyen bir numaradan mesaj geldi:
“Babana ne olduğunu öğrenmek istiyorsan göle gel. Akşam 7’de, yalnız.”
Eylül’ün elleri titredi. Kimdi bu? Babasının ölümü bir kaza değilse, onu kim susturmuştu?
Korkusuna rağmen gitmek zorundaydı.
Akşam saat 7’de, gölün kenarına vardığında gökyüzü kan kırmızısı bir renge bürünmüştü. Yağmur yeniden başlamış, gölün üzerinde sis oluşmuştu. O sisin içinde, eski bir sandal duruyordu. Sandalda oturan biri vardı, ama yüzü karanlıkta seçilemiyordu.
“Babamı tanıyor musun?” diye seslendi Eylül.
Cevap gelmedi. Sandaldaki kişi yavaşça ayağa kalktı, elinde eski bir fotoğraf tutuyordu. Fotoğrafı göle bıraktı ve kayboldu.
Eylül koşarak göle girdi, fotoğrafı aldı. Üzerinde babasıyla birlikte, tanımadığı bir kadının resmi vardı. Kadının arkasında eski bir kasaba evi görünüyordu. Fotoğrafın arkasında ise tek bir kelime yazıyordu:
“Başlangıç.”
O an bir şey fark etti.
Babası o kadını, yıllar önce rüyalarında görmüş gibi anlatmıştı…
Ve şimdi Eylül, bu fotoğrafın ardındaki sırra ulaşmadan rahat edemeyecekti.