Kasabanın sokakları uzun zaman sonra ilk defa neşe doluydu. Eylül ve Deniz’in evlilik hazırlıkları tüm kasabayı sarmıştı. Baharın taze çiçekleri, gölün kenarında kurulan beyaz çadırları süslüyordu.
Ama Eylül, içindeki bir huzursuzluğu bir türlü susturamıyordu. “Baba… senin katilin hâlâ bilinmiyor. Bu düğün mutlu bir başlangıç mı, yoksa geçmişin gölgesinde mi?” diye düşündü.
Gece yarısı defterini açtı ve babasına mektup yazar gibi yazmaya başladı:
“Baba, seni öldüreni bulana kadar kalbimdeki yük hafiflemeyecek. Düğünüm bile eksik olacak.”
Düğün hazırlıkları sürerken kasabaya uzun boylu, sakallı, tanımadıkları bir adam geldi.
Adam göl kıyısında Deniz ve Eylül’e doğru yürüdü.
“Ben Tarık,” dedi. “Ahmet’in eski dostuyum. Ona ihanet edenlerden biri Cemil değildi… başka biri vardı.”
Eylül dondu kaldı. “Ne diyorsun sen?”
Tarık, “Gerçeği öğrenmeye hazır değilsen, bu defteri açma,” diyerek onlara eski bir defter uzattı.
Defteri açtıklarında Ahmet’in yazdığı eski notlar çıktı:
“Beni takip eden biri var. Cemil’den bile daha tehlikeli. İsmini henüz çözemiyorum.”
Eylül’ün elleri titredi. “Baba gerçekten başka bir düşmanı olduğunu biliyormuş…”
Deniz, “Bu iş daha yeni başlıyor,” dedi.
Tarık’ın dediklerini araştırmak için gece kasabanın eski taş köprüsüne gittiler. Köprüden gölün üzerine baktıklarında bir gölge gördüler.
Gölün yüzeyinde bir bot vardı ve içindeki kişi onları izliyordu.
“Kim o?” diye bağırdı Deniz.
Ama bot sessizce uzaklaştı.
Ertesi sabah Tarık onlara daha fazla bilgi verdi:
“Ahmet’i öldüren kişi Cemil değil… Cemil sadece planı yapan kişiydi. Asıl tetikçi, Ahmet’in en yakın dostlarından biriydi. Ahmet ona baba gibi güvenirdi.”
Eylül gözlerini kısarak, “Kimdi o?” dedi.
Tarık sessiz kaldı. “O ismi duymak seni paramparça eder.”
Eylül o gece göl kenarına gidip fısıldadı:
“Baba… senin kanını dökeni bulacağım.”
Rüzgar gölün yüzeyinde dalgalar oluşturdu. Sanki göl onun azmini onaylıyordu.
Kasabanın arşivinde araştırma yaparken, Eylül babası Ahmet’in eski bir fotoğrafını buldu. Fotoğrafta Ahmet’in yanında Halil Dede vardı.
Deniz, “Belki de Tarık’ın bahsettiği kişi Halil’dir,” dedi.
Eylül dişlerini sıktı. “O yaşlı adama hesap soracağım.”
Eylül, bastonuna yaslanan Halil Dede’nin evine gitti.
“Bana babam hakkında yalan söyledin,” dedi.
Halil’in gözleri karardı. “Bazı gerçekler anlatılmamalı.”
“Hayır,” diye bağırdı Eylül. “Babama ne yaptın?”
Halil, gözlerini yere indirip fısıldadı: “Ben onu sevmezdim… ama öldürmedim.”
Cemil’in hapse atılmasına rağmen bazı sırların İstanbul’da saklı olduğunu düşündüler. Eylül ve Deniz tekrar İstanbul’a döndü.
Tarık, onlara eski bir depoyu işaret etti: “Ahmet’in son buluştuğu kişi orada olabilir.”
Depoya girdiklerinde eski bir kaset kaydı buldular. Kasette Ahmet’in sesi vardı:
“Beni arkadan vuran kişi… Halil değil, bir dostum…”
Ses burada kesiliyordu.
Eylül gözyaşlarıyla, “Baba… adını söyleyemedin mi?” diye fısıldadı.
Depodan çıkarken karanlıktan üç kişi onlara saldırdı. Çatışma başladı. Deniz birini etkisiz hale getirip sorguya çekti:
“Ahmet’i kim öldürdü?”
Adam dişlerini sıktı: “Bunu duymak istemezsin…”
Eylül, İstanbul’un arka sokaklarında babasının izini sürerken, bir iz buldu.
Bir duvarın köşesinde babasının adının baş harfleri kazınmıştı: “A.K.”
Deniz, “Baban buraya gelmiş olmalı,” dedi.
Eski bir kahvehane sahibinden bilgi aldılar. Adam, “Ahmet’in yanında gördüğüm biri vardı… adı İbrahim’di,” dedi.
Eylül şaşkınlıkla, “İbrahim mi?” diye sordu.
Adam başını salladı. “Ahmet’in çok güvendiği biriydi.”
Eylül babasının eski defterlerinde “İbrahim” adını hiç görmemişti. Tarık bu ismi duyunca sessiz kaldı.
“Demek hâlâ hayatta…” dedi Tarık.
“Kim bu İbrahim?” diye sordu Eylül.
Tarık, “Babanın eski dostu, ama bir gün paranın esiri oldu,” diye fısıldadı.
İbrahim, Eylül’ü bir depoya çağırdı.
“Babanın gerçeğini öğrenmek istemiyor musun?” dedi telefonda.
Eylül, “Geliyorum,” dedi.
Deniz uyardı: “Bu bir tuzak olabilir.”
“Babam için her şeyi göze alırım,” dedi Eylül.
Depoya girdiklerinde uzun boylu, yüzünde yara izleri olan biriyle karşılaştılar.
“Ben İbrahim,” dedi. “Ahmet’in eski dostu… ve katiliyim.”
Eylül, olduğu yerde dondu kaldı.
“Ne… ne dedin sen?”
İbrahim, “Onu ben öldürdüm. Ama nedenini bilmeden yargılama.”
İbrahim devam etti:
“Cemil bana para verdi. Ama asıl neden… Ahmet beni sattı sandım. Yanılmışım. O an öfkeye kapıldım ve onu vurdum.”
Eylül gözyaşlarıyla haykırdı:
“Sen… babamın canını bir hiç uğruna aldın!”
Deniz öfkeyle İbrahim’e saldırdı. “Onu öldürdün! Senin sonun geldi!”
Eylül, “Hayır,” dedi. “Onu polise teslim edeceğiz. Babamın ruhu kanla değil, adaletle huzur bulur.”
Depo boşaldığında geriye sadece ağır bir sessizlik kaldı. Polisler gitmiş, kelepçelenmiş İbrahim aracın arkasında kaybolmuştu. Herkes dağılsa da Eylül yerinden kalkamıyordu. Yerde oturmuş, elleriyle yüzünü kapatmıştı. İçinde kopan fırtına, dışındaki sessizlikle ters orantılıydı. Hayatının en büyük sorusu cevabını bulmuştu, ama cevap onu özgürleştirmemiş, zincire vurmuştu.
Babasını öldüren kişi… bir düşman değil, bir yabancı değil, bir cani hiç değil… Onun eski dostuydu. Evlerine gelip giden, sofrasına oturan, onu çocukken sırtında taşıyan İbrahim.
Ve şimdi “Ben katilim” diyordu.
İtiraf etmişti.
Hiç inkâr etmeden, saklamadan, kaçmadan.
Ama bu dürüstlük, Eylül'ün yarasına merhem olmuyordu.
Deniz uzaktan bakıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Yaklaşsa yetmeyecekti, sarsa yetersiz kalacaktı. Eylül'ün yaşadığı sarsıntı, sadece bir kaybın değil; bir güvenin, bir geçmişin, bir çocukluğun çöküşüydü.
Eylül yavaşça başını kaldırdı. Gözleri dolu ama ifadesi netti.
“Katil o,” dedi kısık sesle. “Ama bu hikâyede başka suçlular da var. Ve ben hepsinin adını biliyorum artık.”
Cezaevine gitmek kolay bir karar değildi. Ama Eylül beklemek istemedi. Gerçek, kaçmadan yüzüne bakılmalıydı. Gri duvarların arasında yürürken, kalbi her adımda daha da ağırlaşıyordu. Camlı görüşme odasında, karşısında oturan İbrahim’i görünce bir an nefesi kesildi.
İbrahim çökmüş, yaşlanmış gibiydi. Suçluluk yüzüne yerleşmişti ama gözlerinde hâlâ tanıdığı o adamdan bir parça kalmıştı.
İlk konuşan İbrahim oldu.
“Keşke... keşke zaman geri alınabilseydi.”
Eylül sessizdi. Bir süre sadece baktı. Sonra boğazındaki düğümü çözdü:
“Neden? Neden böyle bir şey yaptın?”
İbrahim derin bir nefes aldı.
“Ben babanı seviyordum. Kardeşim gibiydi. Ama o zamanlar kafam çok karışıktı. Cemil... o bana geldi. Dedi ki, ‘Ahmet seni satıyor. Sana ait olanı elinden alacak. Seni harcayacak.’
Ona inandım. O an sanki beynim durdu. Kalbim sustu. Sadece öfkem konuştu. Silahı aldım ve... bir anlık öfkeyle onu vurdum.”
Eylül yumruklarını sıktı.
“Bir anlık öfke bir hayatı aldı! Babamı! Beni! Annemi! Bize ne olduğunu biliyor musun sen? Ben onsuz büyüdüm. Yalnız, eksik, cevapsız. Sırf sen bir yalana inandın diye çocukluğum yarım kaldı!”
İbrahim başını eğdi.
“Her gece dua ediyorum. Tanrı beni affetsin diye değil... sen affet diye. Ama biliyorum, bazı hataların affı olmaz.”
Eylül, cezaevinden çıkıp doğruca Cemil’in evine gitti. Artık onun da yüzüne bakma vaktiydi. Kapıyı çaldığında açan olmadı. Ama içeriden sesler geliyordu. Kapının önünde dikilip bekledi. Sonunda kapı yavaşça aralandı.
Cemil karşısında duruyordu. Yüzü yılların yorgunluğunu taşıyordu ama içinde pişmanlığa dair tek bir kırıntı bile yoktu.
Eylül konuştu:
“İbrahim’i sen doldurdun. Senin sözlerin bir adamı katile çevirdi. Senin fısıltıların bir çocuğun babasız kalmasına neden oldu.”
Cemil gözlerini kısıp hafifçe güldü.
“Ben sadece söyledim. İnanan o oldu. Herkesin bir karanlığı vardır Eylül. İbrahim’inki tetikteydi. Ben sadece tetiği gösterdim.”
Eylül’ün tüyleri diken diken oldu.
“Sen bir kurşun sıkmadın belki, ama her kelimen bir bıçaktı. Babamı sen öldürttün.”
Cemil, başını geriye yaslayarak baktı ona.
“Ahmet fazla doğrucuydu. Bu kasaba onun dürüstlüğünden korktu. Sen de onun gibi olacaksın. Ve bu kasaba seni de sevmeyecek. Unutma, bu gölde hep birileri susar. Konuşanlar batmayı göze alır.”
Eylül bir adım geri çekildi.
“Ben susmayacağım. Bu defteri senin korkularınla değil, babamın sesiyle yazacağım.”
Belediyenin yaptığı temizlik çalışmasında gölün dibinde bir sandık bulundu. Paslanmış, yosun tutmuş eski bir sandık. İçinden çıkan belgeler, notlar, Ahmet’e aitti.
Ama en önemlisi: bir mektuptu.
Zarfın üzerinde titrek harflerle yazılmıştı:
“Eylül, bu sana…”
Eylül sandığın başında diz çöktü. Elleri titreyerek açtı zarfı. Babasının kalemiyle yazılmıştı her kelime:
“Eğer bir gün bu mektubu okuyorsan, artık bazı şeyleri biliyorsundur. Sana anlatamadığım, susmak zorunda kaldığım her şey için özür dilerim. Ben seni susturarak korumak istemedim. Sadece o zamanlar, gerçekler seni yakar sandım. Ama sen büyüdün. Güçlendin. Senin gözlerin artık karanlığı aydınlatıyor.”
Eylül, mektubu kalbine bastı.
Artık emin olduğu bir şey vardı:
Babası sessiz kalmadı.
Onun suskunluğu da bir feryattı.
Gece olduğunda Eylül, göl kenarındaki taşlara oturdu. Gökyüzü bulanıktı. Yıldızlar bile görünmüyordu. Yanına Deniz geldi. Sessizce oturdu. Bir süre konuşmadılar.
Sonra Eylül, başını ona çevirdi:
“Ben bir suçlunun çocuğuyum sanmıştım hep. Ama şimdi bir kurbanın kızı olduğumu öğrendim. Bu daha acı.”
Deniz onun elini tuttu.
“Sen güçlü bir kadının, onurlu bir adamın kızısın. Bu acı, seni sen yaptı.”
Eylül gözlerini kapadı.
“İçimde hâlâ kırık parçalar var. Ama artık onları saklamayacağım. Bu parçaları bir araya getirip yazacağım. Babamın sesi artık benim kalemimde olacak.”
Deniz başını salladı.
“Yaz Eylül. Kayıp sesler yeniden duyulsun.”
O gün geldiğinde gökyüzü griydi. Ne yağmur vardı ne güneş. Sanki hava da karar verememişti. Eylül, siyah bir kabanla girdi mahkeme salonuna. Arkasında Deniz, yanında geçmişi taşıyordu. Salonda İbrahim vardı. Ellerinde kelepçe, gözlerinde utanç.
Savcı yüksek sesle konuşuyordu: “Kasten adam öldürme. Eski dostuna karşı planlı saldırı. Tetiği çeken sanığın kendisidir.”
İbrahim savunmasında sadece bir cümle kurdu:
“Ahmet benim kardeşimdi. Ben şeytana inandım. Hayat boyu onun gözlerini hatırlayacağım. Ben, kendi vicdanımda zaten çoktan idam edildim.”
Eylül dayanamadı, ayağa kalktı.
“Babam sessizdi. Ama güçlüydü. Dost zannettiği bir adamın kurbanı oldu. Buraya adalet için geldim, intikam için değil. Çünkü biz bu topraklarda acıyı kanla değil, kelimelerle taşıyoruz.”
Salonda kısa bir sessizlik oldu. Hakim dosyayı kapatırken gözlüğünü çıkardı.
“Hüküm: Ağırlaştırılmış müebbet.”
Eylül, mahkemenin ardından cezaevine son kez gitti. Bu sefer yanında bir şey vardı: küçük bir fotoğraf. Babasıyla çocukken çektirdiği tek kare.
Camın ardında oturan İbrahim, ne konuşacağını bilemedi.
Eylül, fotoğrafı cama yasladı.
“Bunu gör. İşte senin vurduğun adam. Bir baba. Bir öğretmen. Bir insan…”
İbrahim başını eğdi.
“Keşke… Keşke seninle bir çay içseydim. En azından çocukken.”
Eylül gözlerini kısıp konuştu:
“Geçmişte kal. Artık seni değil, babamı anlatacağım. O susan sesi, yazıya dökeceğim. Ve herkes öğrenecek: Ahmet bir kurban değil, bir kahramandı.”
Kasabanın rüzgarı sertleşmişti. Sonbahar, yaprakları olduğu gibi hayatları da silkeleyen bir mevsimdi. Eylül, göl kenarındaki eski masanın başına oturdu. Defterini açtı. Kalemi eline aldığında parmakları titredi. İlk satırı uzun süre yazamadı.
Deniz yaklaştı.
“Hazır mısın?” diye sordu.
Eylül cevap vermedi. Kalemi kâğıda bastırdı. Ve yazdı:
“Ahmet Karahan’ın Hikâyesi”
Altına küçük bir not düştü:
“Bu, susturulan bir babanın, konuşmaya cesaret eden bir kızına bıraktığı mirastır.”
O gün geldiğinde gökyüzü griydi. Ne yağmur vardı ne güneş. Sanki hava da karar verememişti. Eylül, siyah bir kabanla girdi mahkeme salonuna. Arkasında Deniz, yanında geçmişi taşıyordu. Salonda İbrahim vardı. Ellerinde kelepçe, gözlerinde utanç.
Savcı yüksek sesle konuşuyordu: “Kasten adam öldürme. Eski dostuna karşı planlı saldırı. Tetiği çeken sanığın kendisidir.”
İbrahim savunmasında sadece bir cümle kurdu:
“Ahmet benim kardeşimdi. Ben şeytana inandım. Hayat boyu onun gözlerini hatırlayacağım. Ben, kendi vicdanımda zaten çoktan idam edildim.”
Eylül dayanamadı, ayağa kalktı.
“Babam sessizdi. Ama güçlüydü. Dost zannettiği bir adamın kurbanı oldu. Buraya adalet için geldim, intikam için değil. Çünkü biz bu topraklarda acıyı kanla değil, kelimelerle taşıyoruz.”
Salonda kısa bir sessizlik oldu. Hakim dosyayı kapatırken gözlüğünü çıkardı.
“Hüküm: Ağırlaştırılmış müebbet.”
Eylül, mahkemenin ardından cezaevine son kez gitti. Bu sefer yanında bir şey vardı: küçük bir fotoğraf. Babasıyla çocukken çektirdiği tek kare.
Camın ardında oturan İbrahim, ne konuşacağını bilemedi.
Eylül, fotoğrafı cama yasladı.
“Bunu gör. İşte senin vurduğun adam. Bir baba. Bir öğretmen. Bir insan…”
İbrahim başını eğdi.
“Keşke… Keşke seninle bir çay içseydim. En azından çocukken.”
Eylül gözlerini kısıp konuştu:
“Geçmişte kal. Artık seni değil, babamı anlatacağım. O susan sesi, yazıya dökeceğim. Ve herkes öğrenecek: Ahmet bir kurban değil, bir kahramandı.”
Eylül annesinin mezarına gitti. Gömüt taşının başına diz çöküp başını eğdi.
“Anne… her şey göründüğü gibi değildi. Bizi yalnız bırakmadı aslında. Bizi korumak için susmuş. Belki doğru değildi ama ben onu şimdi daha iyi anlıyorum.”
Yüzüne vuran rüzgarı bir dokunuş gibi hissetti. Gözlerini kapadığında sanki annesinin sesi kulağında çınladı:
“Kalbinin peşinden git kızım, geçmişten korkma. Çünkü artık sen geleceksin.”
Bir sabah, kasaba halkı Cemil’in evinin boş olduğunu fark etti. Kimse onun gidişini görmemişti. Ne bir bavul, ne bir iz. Sadece masa üzerinde duran sararmış bir not vardı:
“Bazı suçlar yıllar geçse de ağırlığını taşır. Ben o yükle yaşadım. Göl affeder mi bilmem, ama insan bazen kendini bile affedemez.”
Eylül bu notu aldığında içinden nefreti değil, yorgun bir merhameti hissetti.
“Her karanlık içinde bir çocukluk taşır,” dedi. “Ve bazı insanlar o çocukluktan hiç çıkamaz.”
Eylül her sabah aynı saate uyanıyor, göl kenarındaki masasına oturuyordu. Yazdığı her cümle, içindeki sızıdan bir parça daha koparıyordu. Kitabın ilk bölümünü bitirdiğinde Deniz geldi, sessizce yanına oturdu.
“Zor mu?” diye sordu.
Eylül kalemi bıraktı.
“Babamı ikinci kez yaşıyorum. Her satırda onu yeniden gömüyorum, ama bu kez unutmamak için.”
Kasaba artık Eylül’ün gözüyle değişmeye başlamıştı. Eski yüzler uzaklaşmış, yeni bakışlar doğmuştu. Ahmet’in adı yeniden anılır olmuştu ama bu kez bir dedikodu olarak değil; bir adalet sembolü olarak.
Okulun bahçesine bir tabela asıldı:
“Öğretmen Ahmet Yılmaz Anı Köşesi”
Eylül oraya her geçtiğinde başını eğerek geçiyordu.
Babası bir mezarda değil, artık bu duvarda yaşıyordu.
Eylül, kütüphanede bulduğu belgeleri tek tek inceliyordu. Her satır, babası Ahmet Karahan’ın ne kadar derin, ne kadar suskun bir acının taşıyıcısı olduğunu gözler önüne seriyordu. O artık yalnızca bir kurban değildi; kasabanın üzerine çöken sessizliğin ortasında susturulan bir haykırıştı.
Deniz, onun başucunda oturuyordu. "Bu hikâye… artık senin kaleminle tamamlanacak," dedi.
Eylül başını salladı. "Onunla birlikte yazacağım. Her gerçeği, her acıyı, her suskunluğu…"
Eylül, belgeler arasında Cemil’e dair bir mektup buldu. Mektupta, Cemil’in Ahmet’i İbrahim’e hedef gösterdiği açıkça yazıyordu. Ahmet’in dürüstlüğü, Cemil’in karanlık planlarını bozmuştu.
Eylül bu mektubu savcılığa sundu. Artık sadece İbrahim değil, onu manipüle eden Cemil de yargılanacaktı.
Eylül, Cemil’le göl kıyısında son kez konuştu. Cemil, yıllarca sustuğu gerçekleri fısıldar gibi söyledi:
“Ben sadece kendi düzenimi korumak istedim. Ama Ahmet... beni hep tehdit etti. O yüzden susturulmalıydı.”
Eylül, gözyaşlarını tutarak, “Sen düzenini korumak için bir adamın hayatını, bir kızın çocukluğunu çaldın,” dedi. "Ama artık kimsenin sesi kısılmayacak."
Cemil, resmi belgeler ve İbrahim’in ifadesiyle birlikte gözaltına alındı. Kasabanın en saygı duyulan isimlerinden biri, artık bir suçluydu.
Eylül, kasaba meydanında bir taşın üzerine oturdu ve gökyüzüne baktı. Babasına fısıldadı: "Adalet geliyor baba. Söz verdim sana."
Yıllardır uğursuzlukla anılan göl, ilk kez sessizdi. Ne fırtına vardı ne de uğursuz söylentiler. Göl, sanki artık huzura ermişti. Sular yavaşça kıyıya çarpıyor, kasabanın kalbinde derin bir rahatlık yankılanıyordu.
Eylül, Deniz’in elini tuttu. “Bu sadece bir son değil,” dedi. “Yeni bir başlangıcın sessizliği.”
Eylül, babasının hikâyesini, kendi sesini, kasabanın geçmişini birleştiren kitabı tamamladı. Sayfaları yazarken defalarca ağladı, sustu, yeniden başladı. Sonunda kitabın kapağına şu adı koydu:
"Gölün Ardındaki Ses"
Alt başlık: "Ahmet Karahan’ın susturulan hikâyesi."
Kasabanın kültür merkezinde, Eylül kitabını tanıttı. Salonda sessizlik hâkimdi. İlk cümlesini okuduğunda herkesin gözleri doldu:
"Bazı insanlar gölgede kalır, çünkü ışık onların acısını gösterir. Ama artık o gölgeler yok."
Kitap yayınlandıktan birkaç gün sonra, Eylül annesinin yıllar önce yazıp sakladığı bir mektubu buldu. Mektupta şöyle yazıyordu:
"Eylül’üm,
Babana ne olduğuna asla inanamadım. Ama sen... sen gerçeği bulacaksın. Çünkü senin kalbin hem onun sesi hem de benim sessizliğim olacak."
Eylül mektubu göğsüne bastı. "Artık ikiniz de benimle."
Deniz de, göl kenarında Eylül’e evlenme teklif etti. Diz çökmedi, sadece elini tuttu ve şöyle dedi:
“Hayatın boyunca yalnız savaştın. Şimdi birlikte yaşayalım. Gölgelerden uzak, sessiz ama gerçek bir hayat.”
Eylül, gözyaşları içinde başını salladı. “Evet.”
Cemil’in tutuklanması, göl lanetinin kalkması ve kitabın etkisiyle kasaba değişmeye başladı. İnsanlar daha açık konuşur, korkusuz yaşar oldu. Herkes kendi geçmişiyle yüzleşti.
Eylül bir sabah, kasabanın yaşlı kadınlarından birini göl kenarında dua ederken buldu. Kadın ona şöyle dedi:
“Senin sesin hepimizin sesi oldu, kızım.”
Eylül ve Deniz göl kıyısındaki eski bir evi restore etti. Artık orada yaşıyorlardı. Her sabah göle bakıp babasını anıyor, her akşam gün batarken ona teşekkür ediyordu.
İbrahim, müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemede son sözlerinde şunu söyledi:
"Ben onu dost sanmıştım, düşman değil. Ama ben en büyük ihaneti kendime ettim. Bu suçun affı yok."
Kasabada sessizlik hâkimken, Deniz ve Eylül sade bir törenle evlendi. Ne büyük bir kalabalık vardı, ne de şaşalı süsler. Sadece samimiyet, huzur ve gökyüzü tanıktı o ana.
Eylül’ün kitabı büyük yayınevlerinden biri tarafından basıldı. İlk kopyayı babasının mezarına bıraktı. “Bak baba… hikâyemizi herkes okuyacak.”
Eylül bir yazı atölyesi kurdu. Kasabanın gençlerine yazmayı, konuşmayı ve suskunlukla nasıl mücadele edileceğini öğretiyordu. Her cümle bir özgürlüktü artık.
Bir gece Eylül, rüyasında Leyla’yı gördü. Annesi gölün kenarında el sallıyor, "Artık korkma," diyordu. Eylül gözlerini açtığında sabah olmuştu. Gökyüzü tertemizdi.
Eylül, kitabının ikinci baskısını hazırlarken göl kıyısına indi. Elinde babasının bir fotoğrafı vardı. "Bitti baba. Gerçek ortaya çıktı. Artık huzurla uyuyabilirsin."
Gölün kenarında gün batarken Eylül, günlüğüne son satırını yazdı:
“Babam Ahmet Karahan’ın katili, dost bildiği İbrahim’di. Ama gerçek, kanla değil, adaletle ortaya çıktı. Bu göl artık huzurlu, çünkü biz karanlığın üstünü örten sırları aydınlattık.”
Deniz elini tuttu. “Bitti Eylül. Artık yeni bir hayat var önümüzde.”
Eylül gülümsedi:
“Baba, artık içim rahat.”