Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
24.Bölüm: Kırık Sessizlikler - Sözümoki
07 Ağustos 2025, Perşembe 15:21 · 130 Okunma

24.Bölüm: Kırık Sessizlikler

Gecenin karanlığı, kasabanın üzerine ağır bir örtü gibi serilmişti. Sessizlik derindi ama huzurlu değildi; bir fısıltı gibi kulağa çarpan geçmişin izleri hâlâ yankılanıyordu Eylül’ün içinde. Evlenmişti, yeni bir hayata başlamıştı ama içinde taşıdığı boşluk, hiçbir yüzüğün tamamlayamayacağı kadar büyüktü.
O gece Deniz uyurken, Eylül verandaya çıktı. Elinde, babasının eski günlüğü vardı. Sayfalar artık ezberindeydi ama yine de her satırı defalarca okuma ihtiyacı hissediyordu. O sayfalarda Ahmet Karahan'ın sesi vardı. O ses, yıllardır susturulmuş ama Eylül’ün yüreğinde yankılanmaya devam ediyordu.
Günlüğü okurken, bir sayfada gözleri takılı kaldı. Bu sayfa daha önce dikkatinden kaçmış olmalıydı. Yazı titrekti, sanki Ahmet o satırları yazarken bir şeyden ya da birinden korkmuştu.

> “Eğer bu satırları biri bir gün okursa… Bil ki ölümüm bir anlık öfke değil, planlanmış bir suskunluktu. Beni susturmak isteyen sadece İbrahim değildi. Onun arkasında daha karanlık yüzler vardı. Cemil... ve biri daha. Adını yazamıyorum. Yazarsam yaşayamam. Ama Eylül… sen anlarsın. Gözlerinden bile sakındığım kızım... Gerçeği aramaktan asla vazgeçme.”


Eylül, günlüğü dizlerinin üzerine bıraktı. Gecenin sessizliği daha da yoğunlaşmış gibiydi. İçinde derin bir ürperti hissetti. İbrahim suçlu olabilir ama o, tek başına değildi. Cemil, İbrahim’i sadece yönlendirmemişti, arkasında daha büyük bir gölge vardı. Ve bu gölge hâlâ ortaya çıkmamıştı.
Sabah olduğunda Eylül, Deniz’e günlüğü gösterdi. Deniz dikkatle satırları okurken kaşları çatıldı.
“Ahmet Bey’in ölümünün ardında bir örgütlenme mi var yani? Bu bir cinayetten fazlası mı?”
Eylül başını salladı. “Evet. İbrahim sadece görünen yüzmüş. Cemil onun ipini tutan bir el. Ama o el… kime ait?”
Deniz bir süre düşündü. “Kütüphanede Cemil’in geçmişine dair başka belgeler olabilir. Oraya tekrar gitmeliyiz. Belki o karanlık kişiyle ilgili izler oradadır.”
Aynı günün akşamında, Eylül ve Deniz, tekrar eski kütüphaneye döndüler. Bu kez yanlarında küçük bir el feneri, eldivenler ve bir çanta dolusu sabır vardı. Saatlerce rafları incelediler, sandıkları kurcaladılar, duvar aralıklarına bile baktılar. Nihayet, duvarın içine gizlenmiş eski bir mektup buldular. Mektup, sararmış bir zarfın içindeydi ve üzerine sadece şu yazılmıştı: “Karahan’a dokunma, yoksa sesler yükselir.”
Eylül mektubu açtığında, içinde üç isim yazılıydı: Ahmet Karahan, Cemil Dündar, Hasan Erguvan.
Hasan Erguvan… Bu isim, daha önce hiç karşılarına çıkmamıştı.
Eylül: “Bu kim olabilir Deniz? Kasabada hiç böyle birini duymadım.”
Deniz, hemen eski nüfus kayıtlarına göz atmak için telefonundan belediyenin dijital arşivlerine girdi. Dakikalar süren aramadan sonra, 1993 yılında kasabada kısa süre kaymakamlık yapan bir Hasan Erguvan’ın izine rastladı.
“Ahmet Bey’in öldürüldüğü yıl…”
Eylül’ün kalbi sıkıştı. “Demek yıllardır devlete sırtını yaslayan birileri de vardı. Bu artık bir kişisel mesele değilmiş.”
Deniz yutkundu. “Bu işin ucu sadece İbrahim’e değil, devlete kadar gidiyor Eylül. Belki Cemil sadece aracıydı. Asıl emirleri veren, bu Hasan denen adamdı.”
Eylül’ün gözlerinde karanlık bir kararlılık parladı. “Öyleyse savaşımız daha yeni başlıyor…”
Eylül, sabahın ilk ışıklarında pencerenin önünde durmuş, göle bakıyordu. Su yüzeyine düşen ışık, bir zamanlar babasının yüzüne yansıyan huzuru hatırlatıyordu ona. Her şey bitmiş gibi görünse de içinde tamamlanmamış bir hikâyenin yankısı sürüp gidiyordu.
Deniz içeriden geldi, sessizce onun yanına yaklaştı. “Yine mi göle daldın?”
Eylül başını çevirmedi. “Bu göl… sadece su değil. Bütün anılar, bütün acılar, bütün sırlar burada saklı. Babamın sessizliği bile bu suyun içinde yankılanıyor.”
“Katili bulduk,” dedi Deniz, sesi yumuşaktı. “Onun için adalet sağlandı.”
“Hayır,” dedi Eylül, gözlerini kısmıştı. “İbrahim sadece eldi. Bir el... ama o elin gövdesi hâlâ gölgelerin içinde saklanıyor.”
Deniz’in kaşları çatıldı. “Ne demek istiyorsun?”
“İbrahim bir katildi, evet. Ama onu harekete geçiren… ona yön veren bir güç vardı. Ve ben bu gücü bulmadan gerçekten huzur bulamayacağım.”
Deniz derin bir nefes aldı. “Yani hâlâ bitmedi diyorsun.”
Eylül nihayet ona döndü. Gözlerinde tanıdık bir kararlılık vardı. “Hayır Deniz. Bu sadece başlangıç.”
O gün Eylül, kasabanın arşiv binasına gitmeye karar verdi. Eski kayıtlara, özellikle 1990’ların sonuna ait dava belgelerine ulaşmak istiyordu. Ahmet Karahan’ın adı geçen tüm dosyaları talep ettiğinde görevli kadın hafifçe irkildi.
“Bu isim… pek çok belgede karşımıza çıkar,” dedi. “Ama çoğu mühürlü. Yetki olmadan gösteremem.”
Eylül cebinden eski bir savcıdan aldığı belgeyi çıkardı. “Artık yetkim var.”
Kadın gözlüğünü düzeltti, kaşlarını kaldırdı ve belgeleri temin etmek üzere içeriye gitti. Eylül beklerken, duvardaki saatten gelen tik taklar, geçmişe doğru açılan bir kapı gibiydi. Nihayet önüne getirilen klasörleri açtığında bir isim gözlerine çarptı: Yakup Kavalcı.
Bu ismi daha önce duymamıştı. Ancak dosyada, babasının ölümünden birkaç hafta önce ona ait bir mektup vardı. Mektupta şu satırlar yazıyordu:

> “Ahmet, senin doğruların çok büyük. Ama bazı doğrular, bazı insanların uykularını kaçırır. Bu yüzden dikkatli ol. Sana uzanan eller sadece nefretle değil, korkuyla dolu. Eğer bir gün başına bir şey gelirse, bu mektubu okuyan kişi bilsin ki, sen yalnız değildin.”


Eylül, mektubu ellerinde tuttuğunda kalbi hızla çarpmaya başladı. Yakup Kavalcı kimdi? Ve neden babasına böyle bir uyarı yapmıştı?
Akşam olduğunda Eylül, göl kıyısında otururken mektubu tekrar okudu. Deniz yanına geldiğinde, onun elindeki belgeyi gördü.
“Yeni biri daha mı?” diye sordu.
“Evet,” dedi Eylül. “Yakup Kavalcı. Babamın ölmeden önce görüştüğü son kişilerden biri olabilir.”
Deniz derin bir iç çekti. “Sana bir şey söylemem lazım.”
Eylül başını çevirdi.
“Ben bu ismi duydum… yıllar önce babamdan. Onun adı hep gölün lanet hikâyesiyle birlikte anılırdı. Ama kimse açık açık konuşmazdı. Sanki adı bile bir tabu gibiydi.”
Eylül’ün gözleri büyüdü. “Yani onu bilen birileri hâlâ hayatta olabilir mi?”
Deniz başını salladı. “Bir kişi var. Ama onunla konuşmak kolay olmayacak.”
Ertesi sabah Eylül ve Deniz, kasabanın dışındaki eski taş evlerden birine gitti. Orada yaşayan yaşlı bir kadın, Leman Hanım, göl hikâyelerinin yaşayan tanıklarından biriydi. Kapıyı açtığında, gözleri hafif puslu ama hâlâ canlıydı.
“Sizi bekliyordum,” dedi Leman Hanım.
Eylül şaşırdı. “Nereden bildiniz geleceğimizi?”
“Göl her zaman haber verir evladım. Kimin geleceğini, kimin geçmişte kaldığını… hepsini fısıldar.”
Kadın onları içeriye aldı. Evin içi eski eşyalarla doluydu. Duvarlarda eski fotoğraflar, kömür sobası hâlâ sıcacık yanıyordu.
Eylül mektubu uzattı. “Yakup Kavalcı’yı tanıyor musunuz?”
Kadının yüzü soldu. Elleri titredi. “O ismi… yıllardır kimse ağzına almadı. Yakup, kasabanın sır küpüydü. Herkesin günahını, her dosyanın içini bilirdi. Ama bir gece… gölde kayboldu.”
“Cesedi bulunamadı mı?” diye sordu Deniz.
“Hayır,” dedi kadın. “Çünkü onu göl istemedi. Göl… bazı bedenleri saklar. Ve bazı ruhları asla serbest bırakmaz.”
Eylül, yakaladığı ipucunun artık sadece bir katili değil, karanlık bir ağı deşeceğini hissediyordu.

Göl, o sabah farklıydı. Rüzgâr yüzeyini değil, geçmişin perdelerini dalgalandırıyordu sanki. Eylül, Leman Hanım’ın anlattıklarıyla geceden beri uykusuzdu. Göz kapakları ağır, yüreği ise tetikteydi. Gölün sakladığı bedenleri değil, sakladığı sesleri dinlemeye çalışıyordu artık. Bu seslerin içinde babasının yankısı vardı, Yakup’un fısıltısı, ve henüz adını koyamadığı başka bir varlığın izleri…
Deniz sabah kahvesini hazırlamış, Eylül’e uzatıyordu. “Dünden beri tek kelime etmedin. Korkuyorum senden,” dedi gülümseyerek ama içi ürpermişti.
Eylül fincana değil, gölün ötesine baktı. “Leman Hanım ‘göl onu istemedi’ dedi ya…”
“Evet?”
“Ben gölün kimleri istemediğini değil, kimleri sakladığını merak ediyorum artık. Belki Yakup ölmedi bile. Belki saklandı. Belki bir şeyden ya da birinden kaçtı.”
Deniz şaşırdı. “Ne demek istiyorsun?”
“Ben bu sabah erken çıktım. Kasabanın dışında, eski kulübelerin orada birini gördüm. Yaşlı bir adam. Uzun sakallı. Bir an göz göze geldik. O an içime işleyen bir tanıdıklık hissettim. Sanki onu bir fotoğraftan tanıyorum ama nereden çıkartamadım…”
Deniz yerinden doğruldu. “Birlikte gidelim. Eğer Yakup hâlâ hayattaysa—”
“Ya da biri onun yerine geçmişse. Ya da onun gölgesi gibi yaşıyorsa,” dedi Eylül, gözleri kararlıydı. “Ama bu kez cevapları alacağım.”
İkisi, o sabah hiç konuşmadan yola çıktılar. Sadece ayak sesleri yankılanıyordu dar patikada. Eski kulübelerin olduğu yere yaklaştıklarında, ağaçlar sıklaştı, gökyüzü yerini loş bir yeşile bıraktı. Sanki doğa, gerçeklerin üzerini örten bir perde gibi inmişti buraya.
Eylül kulübelerden birine yöneldi. Kapı aralıktı. İçeride bir masa, üstünde sararmış kâğıtlar ve duvarda eski bir harita vardı. Duvarın köşesinde kambur duruşlu, yaşlı bir adam oturuyordu. Sakalları uzamıştı ama gözleri hâlâ canlıydı. Bir zamanlar çok konuşmuş ama artık sadece gerektiğinde konuşan birine benziyordu.
“Yakup Kavalcı?” dedi Eylül, sesinde ne öfke ne korku vardı, sadece merak.
Adam başını yavaşça kaldırdı. Gözleri onun gözlerinde asılı kaldı. Sonra titrek bir sesle sordu:
“Ahmet’in kızı mısın?”
Eylül’ün nefesi kesildi. Adam, hâlâ yaşıyordu ve onu tanımıştı.
“Evet. Eylül Karahan.”
Yakup gözlerini kapattı. “Zaman seni büyütmüş. Ama gözlerin... hâlâ Ahmet’in gözleri gibi. Gerçeği arıyor. Ve aynı acıyı taşıyor.”
Deniz bir adım öne çıktı. “Neden herkes seni öldü sandı?”
Yakup derin bir iç çekti. “Çünkü ölmem gerekiyordu. Ölmem için emir verildi. Ama göl beni yutmadı. Göl beni sakladı. Çünkü ben, gölün sırlarından biriydim.”
Eylül, masanın üzerindeki sarı kâğıtlara baktı. “Neden kaçtın? Neden babamın öldürüleceğini bile bile hiçbir şey yapmadın?”
Yakup’un sesi kırılmıştı artık. “Ben sustum, çünkü konuşursam kasabanın nefesi kesilecekti. Konuşursam, baban değil, hepimiz ölecektik. O yüzden sustum. Korktum. İhanet ettim.”
Eylül’ün gözleri doldu. “O zaman şimdi konuş. Kimdi? Kimdi babamın ölüm emrini veren?”
Yakup bir an sustu, sonra başını yavaşça eğdi. “Ahmet’in ölümünü sadece İbrahim istemedi. Onu İbrahim'e yönlendiren biri vardı. Ama o kişi, gölden değil, evin içinden çıktı…”
Deniz şaşkınlıkla baktı. “Ne demek istiyorsun?”
Yakup, kısık sesle mırıldandı:

> “Ahmet’i, en yakını sırtından vurdu. Onun ailesinden biri... Kanından biri...”

Eylül’ün yüzü bembeyaz kesildi. “Bu… imkânsız…”
Ama kalbinin derininde, hep bastırdığı bir şüphe yükselmeye başladı.
Yakup elleriyle eski bir defteri çıkardı. “Bu, benim utanç günlüğüm. Babana söyleyemediğim her şeyi yazdım. Onun adaletini taşıyacak bir gün biri çıkacak diye bekledim. Meğer o kişi, kızıymış.”
Eylül defteri aldı. Sayfaları çevirdikçe geçmişin çığlıkları yükseliyor gibiydi. Bir satırda şu yazıyordu:

> “Ahmet’in kardeşi Cemil, yıllardır gölün etrafında dönen kara anlaşmaların merkezindeydi. İbrahim’i o tuttu, kanı kendi kanına düşürmekten çekinmedi.”

“Cemil…” dedi Eylül, sesi kısık.
Deniz afallamıştı. “Cemil amcan… babanın kardeşi… ama o

“Beni büyüttü,” dedi Eylül. “Babamdan sonra en güvendiğim kişiydi. Beni susturan, yönlendiren… hep oydu. Babamın mezarında bana yemin ettiren bile oydu…”
Yakup başını eğdi. “Çünkü seni de korumak istemedi. Seni kontrol etmek istedi. Çünkü sen, Ahmet’in devamıydın. Ve Ahmet’in kanı hâlâ nefes alıyordu.”
Eylül o anda ayağa kalktı. Yüzü karar karıştı, gözleri nemli ama kararlıydı. “O zaman bu göl bir mezar değil. Bu göl bir mahkeme olacak. Bu kez susturulmayacağım.”
Gece, kasabanın üstüne ağır bir örtü gibi çökmüştü. Rüzgâr, göl kıyısındaki sazlıkların arasında sessizce dolanıyor, sanki geçmişin fısıltılarını taşıyordu. Eylül, evlerinin arka bahçesinden göle açılan yoldan yürüyordu. Ay, suyun üzerinde parlayan soğuk bir ışık gibiydi; ama Eylül’ün içindeki sızı, ay ışığından daha soğuktu.
Ahmet Karahan’ın ölümü artık sadece bir dosya, sadece bir soru işareti değildi. Bir hikâyesi vardı. Kanla yazılmış, suskunlukla mühürlenmiş bir hikâye. Ve şimdi, o sessizlik çözülmeye başlamıştı. Ama hâlâ eksik parçalar vardı. İbrahim’in tek başına bu cinayeti işlemiş olamayacağını hissettiği her gün, içindeki huzursuzluk büyüyordu.
Eylül göl kenarındaki taş banka oturdu. Derin bir nefes aldı. Ardından cebinden babasının el yazısıyla dolu olan o not defterini çıkardı. Her satırda Ahmet’in korkularını, yalnızlığını ve kasabanın kirli ilişkilerine dair ima dolu cümlelerini görüyordu. Ama daha fazlasına ihtiyacı vardı. Çünkü bu notlar, her ne kadar güçlü bir başlangıç sunsa da, gerçeğin tamamı değildi.
Derin düşüncelere dalmışken, arkasından gelen ayak seslerini duydu. Hemen arkasına döndüğünde, karşısında Zeynep’i gördü. Artık Eylül’ün sırdaşı, destekçisi, bazen de sessiz yoldaşıydı.
Zeynep yanına oturdu. “Yine mi göle geldin?” diye sordu hafif bir tebessümle.
Eylül başını salladı. “Burada nefes alabiliyorum. Bazen babamın sesini bu suda duyuyorum sanki. Geceleri konuşuyor gibi.”
Zeynep ciddileşti. “O sesler, susmuş hikâyelerin çığlığı. Göl onları içine almış ama yutmamış. O sesleri seninle geri istiyor.”
Eylül gözlerini kapattı. “Biliyorum. İbrahim yalnız değildi. Bunu hissediyorum. Babam onun yüzünden ölmedi sadece. Birilerinin elleri daha vardı o gecede…”
Zeynep omzuna dokundu. “Peki neden şimdi ortaya çıkıyor her şey?”
Eylül sessizce yanıtladı: “Çünkü artık korkmuyorum.”
O gece, Eylül ile Zeynep, göl kıyısında otururken, uzakta bir evin ışığı aniden söndü. Gölün diğer ucundaki o eski, terk edilmiş ev… Ahmet Karahan’ın ölümünden birkaç gün önce orada biriyle görüştüğü iddia edilen ev… O ışık Eylül’ün içinde bir kıvılcım yaktı.
Ertesi sabah, Eylül ve Zeynep o evin yolunu tuttular. Ev, yıllardır terk edilmiş gibiydi ama kapısı açıktı. İçeri girdiklerinde, duvarlara kazınmış bazı tarih ve notlarla karşılaştılar. Bir duvarda kurşun kalemle yazılmıştı:

> “Sessizlik sadece bir seçim değil… bazen mecburiyettir. — A.K.”

Eylül’in gözleri büyüdü. “A.K. — Ahmet Karahan mı? Babam mı yazdı bunu?”
Zeynep ellerini ağzına götürdü. “Ya burada biri yaşıyorsa hâlâ?”
Evin arka odasında eski bir radyo buldular. Çalışıyordu. Ve frekans ayarlandığında, sadece cızırtı değil, bir ses geliyordu.
“…Yalnız değildim… O gece, biri daha vardı… Beni susturdular…”
Zeynep, nefesi kesilmiş gibi Eylül’e döndü. “Bu... bu babanın sesi olabilir mi?”
Eylül’in elleri titriyordu. Radyo sinyali giderek zayıfladı ama birkaç cümle daha duyulabildi:
“…Cemil… asıl plan onundu… İbrahim sadece…”
Cümle tamamlanamadan ses kesildi.
Eylül dizlerinin üzerine çöktü. “Cemil... yine o isim…”
Artık her şey yeniden başlıyordu. Gerçek sandığı şeylerin bir kısmı, sadece gösterilmiş bir yanılsamaydı. Göl, hâlâ tüm sesleri geri vermemişti ama bu sefer Eylül, o sesleri susturmaya değil, sonuna kadar duymaya kararlıydı.

Eylül, göl evinin verandasına çıktığında gece karanlığı hâlâ suyun üstünde ağır bir örtü gibi duruyordu. Ay, bulutların arasından güçlükle sızıyor, gölün yüzeyine sanki yıllar önce bastırılmış anıların suretini yansıtıyordu. Zeynep arkasından çıkarken nefes nefeseydi.
"Bir şey mi duydun?" diye sordu Zeynep, sesi hem endişeli hem de şaşkındı.
Eylül gözlerini göl kıyısına dikmişti. “Adımı biri fısıldadı. Ama… bu bir ses değil gibiydi. İçimde yankılandı sanki. Tanıdık bir şeydi…”
Zeynep, Eylül'ün omzuna dokundu. "Bu yer seni değiştiriyor. O kadar çok şey yaşadın ki, artık gölgeler bile seni çağırıyor olabilir."
Eylül başını iki yana salladı. “Hayır. Bu bir çağrıydı. Karanlığın içinden gelen bir fısıltı. Bir zamanlar her şeyin başladığı o yere çağırıyor gibiydi beni.”
O gece Eylül neredeyse hiç uyuyamadı. Gölün sessizliği bile onu rahatlatmıyordu artık. İçindeki karmaşa, babasının ölümüyle yüzleşmenin ardından bile dinmemişti. Katil belliydi; İbrahim. Ama Eylül, olayın ardındaki dokunuşların hâlâ eksik olduğunu hissediyordu. Çünkü bazı karanlıklar yalnızca tek bir insanın nefretine sığmazdı. Eylül bunu biliyordu.
Ertesi sabah, Deniz Eylül'ün kahvesini verandaya getirdiğinde onu günlüğüne notlar alırken buldu. Defterin sayfaları karalamalarla doluydu, bazıları okunamayacak kadar bastırılmıştı.
"Yeni bir ipucu mu buldun?" diye sordu Deniz.
Eylül gözlerini ona kaldırmadan cevap verdi. "Cemil. O isim defterlerde, mektuplarda hep aynı şekilde geçiyor. Sessiz ama yönlendiren biri gibi. İbrahim’i o doldurmuş olabilir. Babamla arasında ne yaşandıysa, Cemil hep izliyordu. Gölün kıyısındaki o eski iskele… Orada bir şey olmuştu. Bu sefer oraya yalnız gideceğim."
Deniz başını iki yana salladı. "Eylül, orası terk edildiğinden beri tehlikeli. Zemin çökmüş, oraya gitmek—"
"Zemin değil, gerçekler çökmüş Deniz," diye sözünü kesti Eylül. "Ve ben onları ayağa kaldıracağım."
Eylül öğleden sonra göl kıyısındaki iskeleye ulaştığında hava ağır bir kasvetle örtülmüştü. Tahta zeminin bazı yerleri çürümüş, yosunla kaplanmıştı. Ama onun adımları kararlıydı. Her tahta gıcırtısı, geçmişten bir çığlığı yeniden duyuruyordu sanki.
Bir anda çantasından küçük bir kutu çıkardı. İçinde babasına ait eski bir dolmakalem, birkaç gazete kupürü ve defter sayfaları vardı. Her biri geçmişin kırık bir aynasından koparılmış parçalardı.
Kendini dizlerinin üzerine bıraktı ve kutudan kalemi çıkararak iskeleye oturdu. Kalemi elinde evirip çevirdi. Sonra başını göğe kaldırdı.
“Baba…
Eğer bu kalemle hayatına tanıklık ettiysen… Belki şimdi onunla gerçeği yazabilirim.”
Rüzgâr hafifçe kıyıdaki sazlıkları titretti. O anda iskeleye çıkan biri oldu. Ayak sesleri yavaş ve temkinliydi.
Eylül dönüp baktığında karşısında yaşlı bir adam gördü. Üzerinde yıpranmış bir ceket, başında geniş siperli bir şapka vardı. Yüzündeki derin çizgiler geçmişin izlerini taşıyordu.
"Burada biri yaşardı," dedi adam, sesi dalgalar kadar yorgun ama netti. "İsmi Ahmet’ti. İnsanlara yardım ederdi. Ama bazıları o yardımı tehdit saydı."
Eylül ayağa kalktı. "Siz… siz onu tanıyor muydunuz?"
"Ben yıllar önce bu iskelede Cemil’le konuştum," dedi adam. "Cemil, Ahmet’i ortadan kaldırmak için bir plan yapıyordu. Ama kendini kirletmeden, başkasının elleriyle. O günlerde genç bir adama yanaştı. Karanlık bir çocuktu… adı İbrahim’di. Ona hikâyeler anlattı, Ahmet’in düşman olduğuna inandırdı. Ve sonra, olanlar oldu. Ben sustum. Çünkü korktum. Ama artık vicdanım taşıyamıyor."
Eylül’ün gözleri yaşla doldu. "Neden şimdi konuşuyorsunuz?"
"Çünkü artık sessizlik çürüttü beni," dedi adam. "Bazen ölüm bir cinayetle gelmez. Sessizliğin içinde büyür ve seni içeriden öldürür."
Eylül bir adım attı. "Adınız ne?"
Adam bir süre sustu. Sonra kısık bir sesle cevap verdi: "Adım Musa. Ahmet’in dostuydum. Ama korktuğum için düşmanına dönüşen bir dost."
savaşıyordu.
Eylül başını öne eğdi. Gözyaşları yanağından süzüldü. “Size inanmaktan başka çarem yok. Ama bu söylediklerinizle artık başka bir savaşa giriyorum. Bu sadece bir cinayet değilmiş… Bu bir kurban töreniymiş. Ahmet Karahan yalnızca öldürülmemiş. Sessizlikle yok edilmiş.”
Musa bir kâğıt uzattı. "Bu mektubu Ahmet bana vermişti. Gölge derneğinden bahsediyor. Cemil’in gerçek yüzü orada gizli."
Eylül titreyen elleriyle mektubu aldı. Açarken elleri sanki zamanın direncine karşı savaşıyordu.
Ve o anda anlamıştı: Bu savaşın tek bir katili yoktu. Göl, sessizliğini yıllarca korumuştu ama artık o sessizlik çığlığa dönüşüyordu.
Eylül, mektubu elinde tutarken rüzgâr, saçlarının arasından geçip giden bir hayalet gibi dolaşıyordu. Gölde bir an için dalgalar durdu sanki; sanki zaman bile Musa'nın söylediklerini sindirmeye çalışıyordu. Eylül parmak uçlarında titreyerek mektubu açtı. Sayfalar eskimişti, ama harfler hâlâ canlıydı. Ahmet’in el yazısıydı bu… Babasının sesi gibi duyuldu kulaklarında.

> “Eğer bu mektup sana ulaşırsa, Eylül… bil ki bir şeyler yolunda gitmemiştir. Sana doğruları anlatmayı yıllarca erteledim. Çünkü seni korumak istedim. Ama belki de bu suskunluk, en büyük tehlike oldu. Gölge Derneği, yalnızca bir isim değil. İçinde adalet maskesi takan karanlık yüzlerin oluşturduğu bir ağ. Bu ağın merkezinde, Cemil var. O benim dostumdu. Ya da ben öyle sandım…"

Eylül mektubu okurken dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Yanındaki Musa, göğe bakarak sigarasını yaktı. “O mektubun devamı, seni geçmişin tam kalbine götürecek,” dedi. “Ama unutma kızım… Her geçmiş, yüzleşilmeye hazır değildir.”
Eylül ayağa kalktı. Elinde mektup, gözlerinde ateş vardı. “Hazırım,” dedi. “Artık yalnızca geçmişe bakmak için değil, gerçeği değiştirmek için hazırım.”
Gölge Derneği’nin adı, ilk kez bu kadar somut bir biçimde ortaya çıkıyordu. Eylül, kasabanın eski arşivlerine girmeye karar verdi. Deniz’in bağlantıları sayesinde yerel bir gazeteciden, derneğin eski bir toplantısına ait fotoğraf elde etti. Fotoğraf, 1989 yılına aitti. Eski bir taş binanın önünde dört adam ve bir kadın yan yana durmuştu. En sağdaki adam, genç bir Cemil’di. Hâlâ yüzünde o sakinlik, o suskun gurur…

Fotoğrafın arkasına kurşun kalemle şu not düşülmüştü:

> “Gölge Derneği – Yeraltı adalet komisyonu. Vicdanı susmuşlar kulübü.”


Deniz, Eylül’ün masasına eğildi. “Yeraltı adalet komisyonu mu? Bu, devlet dışı bir oluşuma işaret ediyor. Bir tür… paralel mahkeme gibi mi?”
Eylül başını salladı. “Kimin suçlu, kimin masum olduğuna kendilerince karar veriyorlardı. Ve babam… onlara karşı durduğu için hedef oldu.”
Mektubun geri kalanı daha da karanlıktı. Ahmet Karahan, bir zamanlar bu derneğe davet edilmişti. Göl çevresinde yaşanan adaletsizlikleri düzeltmek adına çalışacağı söylenmişti. Ama o çok geçmeden, Cemil’in adalet anlayışının aslında infazla eşdeğer olduğunu fark etmişti. Delilsiz cezalar, şüpheliler üzerinden verilen ölüm kararları, psikolojik manipülasyonlar…

> “Cemil,” diyordu mektupta, “adalet peşinde değildi. O, kendi geçmişini temizlemek istiyordu. Kendi canavarlarını bastırmak için başkalarının üzerine karanlık salıyordu. Ve bir gün bana dedi ki: ‘Ahmet, sen ya bizimlesin ya karşımızda. Ortası yok.’ İşte o gün, ölüm kararım da verilmiş oldu.”

Eylül, mektubu tamamladığında parmak uçları buz kesmişti. Gölge Derneği'nin bugün hâlâ aktif olup olmadığını bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı: Eğer bu yapı hâlâ ayaktaysa, babasının ölümü yalnızca başlangıçtı.
Deniz, sessizliğini bozdu. “Eylül… Bu Cemil sadece geçmişin gölgesi değil. O bir sistemin parçası. Belki hâlâ aynı yöntemlerle insanları yönlendiriyor. İbrahim’i de öyle etkilediyse… başka kimleri etkilediğini bilmiyoruz.”
Eylül başını kaldırdı. “Cemil sadece bir isim değil, bir gölge. Herkesin üstüne düşen ama kimsenin yüzüne bakmadığı bir karanlık. Onu bulmam gerek.”
O gece, Eylül kasabanın en eski kütüphanesinin bodrum arşivine indi. Orada, tozlu rafların arasında Gölge Derneği’ne dair bir kayıt buldu. Küçük bir defter. Sadece isimler vardı içinde. Bazı isimler çizilmişti. Yanlarında notlar:

> “Sorgulandı – sustu.”
“Şüpheli – ortadan kayboldu.”
“İtaat etti – dosya kapatıldı.”
“İhanet etti – ceza uygulandı.”

Ve en alt satırda:
> “Ahmet Karahan – reddetti – gereği yapıldı.”

Eylül o anda diz çöktü. Gözyaşları sessizce deftere damladı. Babasının ölümüne “gereği yapıldı” demek… Bu, yalnızca bir cinayet değil, soğukkanlı bir kararın sonucuydu.
Bir süre sonra kapının menteşeleri gıcırdadı. Eylül arkasını döndü. Karanlıkta bir silüet belirdi. Yavaşça yaklaştı. Tanıdık bir sesti bu:
“Eylül… Seni bu kadar yaklaştırmamamız gerekiyordu.”
Cemil.
Artık sessiz bir gölge değil, karşısında bir gerçekti. Yaşlanmıştı ama hâlâ o tanıdık soğukkanlılığı yüzündeydi. Ellerini cebine koymuş, sanki eski bir arkadaşla konuşur gibi bakıyordu.
“Baban cesurdu,” dedi Cemil. “Ama bazı gerçekler… yalnızca sessizlikle korunur. Senin buna karışman bir hataydı.”
Eylül gözlerini dikti. “Ben sessiz kalmayacağım. Babam gibi ben de karşınızdayım.”
Cemil başını eğdi. “O zaman hazırlıklı ol. Çünkü biz gölgeler, kolay kaybolmayız.”
Cemil’in ses tonu soğuk, tınısı keskin bir bıçak gibiydi. Kütüphanenin bodrumunda, taş duvarların arasında yankılanan kelimeleri, Eylül’ün kalbine demir gibi saplanıyordu. Eylül, babasının defterde “gereği yapıldı” olarak işaretlendiğini gördüğünden beri içindeki fırtına dinmiyordu. Artık bu bir araştırma değil, bir hesaplaşmaydı.
Cemil birkaç adım attı. Gölge gibi sessiz. Yıllar geçse de bakışlarında aynı hâkimiyet hissediliyordu. Eylül ise ilk kez bir düşmanla bu kadar açık ve yalnız başınaydı. Ama korkmuyordu. Çünkü artık yalnızca kendisi için değil, sesi susturulan herkes için buradaydı.
“Bu defteri bulman bir şey ifade etmez,” dedi Cemil, taş bir sütunun yanına yaslanarak. “Oradaki isimler artık tarih oldu. Kimi sustu, kimi susturuldu. Tıpkı baban gibi.”
Eylül yumruklarını sıktı. “Sen adalet oynarken kaç hayatın üzerinden geçtin, biliyor musun?”
Cemil hafifçe güldü. Alay edercesine. “Adalet, Eylül... herkesin kendi yorumuna göre şekillendirdiği bir araçtır. Biz Gölge Derneği’nde gerçeği eğip bükmedik. Sadece süzüp geride kalanları eledik.”
“Senin süzgecin, masumların kanıyla ıslanmış,” dedi Eylül. “Babam bir suçlu değildi. Siz karanlıkla savaşmadınız, karanlığı kendiniz oldunuz!”
Cemil gözlerini kısarak yaklaştı. Artık aralarında yalnızca birkaç adım vardı. “Babanı severdim. Ama o bize ihanet etti. Bilginin, vicdanın karşısında durdu. O yüzden yaşamasına izin verilemezdi.”
Eylül, bu sözleri duyduğunda içinde kopan şey yalnızca bir acı değildi — bir karar, bir kopuştu. Artık hiçbir bağ, hiçbir geçmiş onu durduramazdı. Çünkü önündeki adam, bir neslin vicdanını çalmıştı.

O an kapının gıcırtısı duyuldu. Deniz, elinde telefonuyla içeri girdi. Nefes nefeseydi. Gözleri Cemil’e takıldı. Ve o an... her şey değişti.
“Sen...” dedi Deniz. “Sen bendeki boşluğu açıklıyorsun.”
Cemil’in bakışları sertleşti. “Deniz… Demek gerçek soyadını öğrenmişsin.”
Eylül’in gözleri büyüdü. “Ne demek istiyor bu?”
Deniz başını öne eğdi. Sesinde tedirgin bir çatlak vardı. “Cemil... benim dedem.”
Eylül’in ayaklarının altından zemin kaymış gibi oldu. “Ne? Nasıl...?”
Deniz sesi titreyerek anlatmaya başladı. “Annem... hep dedemin öldüğünü söylemişti. Ama gerçek şuymuş: Ailemizden uzak tutulmuş. Cemil, kimliğini ve geçmişini gömmüş. Ve şimdi burada karşımda, geçmişi hortlatıyor.”
Cemil sessizce dinledi. Sonra bir adım geri çekildi. “Ben ailemi korumak istedim. Adalet için yanlışlara göğüs gerdim. Ama siz hep duygularınıza yenildiniz. Bu yüzden neyi inşa ettiğimizi asla anlayamayacaksınız.”
Eylül, Deniz’e döndü. “Demek bu yüzden bazı şeyler havada kaldı. Bu yüzden katilin izini sürerken sürekli çelişkiler yaşadık. Senin ailene bağlanan yollar, hep gölgelenmişti…”
Deniz başını salladı. “Annem, babam, hepsi Cemil’in yüzünden sustu. Belki de o yüzden hiçbir zaman içimde tamamlanmış bir aidiyet hissedemedim.”
O an Eylül kararını verdi. Mektuplar, defterler, belgeler... hepsini toparladı. Bu hikâyeyi artık gizli tutmayacaktı. Gölge Derneği’nin geçmişi yalnızca bir miras değil, geleceği tehdit eden bir gölgeydi.
“Her şeyi açıklayacağım,” dedi. “Bu defter, yıllardır konuşamayan insanların sesi olacak. Gölge Derneği’nin sır perdesi artık kalkacak.”
Cemil ilk kez sessizleşti. Gözlerinde yaş değil, yalnızlık vardı. Yüzündeki o soğuk maskenin ardında, zamanı geçmiş bir adamın yalnızlığı saklıydı.
“İnsanlar yalnız gerçeği bilmek istemez, Eylül. Onlar huzur ister. Sen huzuru bozacaksın.”
Eylül dimdik durdu. “Bazı huzurlar, yalanların üzerine kuruludur. Ve ben, artık yalanların değil, gerçeğin tarafındayım.”
O gece, Eylül ve Deniz dosyaları kasabanın dışındaki eski bir gazeteciye ulaştırdı. Belgeler arşivlenip kamuya açılacaktı. Bu, büyük bir yankı yaratacaktı. Gölge Derneği'nin içyüzü artık sadece bir dedikodu değil, resmi bir gerçek olacaktı.
Ancak her şey bitmemişti.

Çünkü defterin son sayfasında, bir not vardı:
> “İkinci nesil yolda…
Yeni düzen için hazırlar.”

Eylül bu cümleyi okuduğunda ürperdi.
Cemil belki yaşlıydı. Ama dernek… hâlâ nefes alıyordu.
Ve şimdi, Eylül bu nefesin tam karşısındaydı.
Eylül, Cemil'in masasındaki o son cümleye defalarca baktı:
"İkinci nesil yolda... Yeni düzen için hazırlar."
O cümle, yalnızca eski bir deftere yazılmış basit bir not değil, yaklaşan bir fırtınanın işaretiydi. Gölge Derneği’nin geçmişi artık ortaya çıkmış olsa da, gelecek hâlâ karanlıktı. Çünkü bir nesil gitse bile, yerini almaya hazırlanan bir diğer nesil vardı. Bu, yalnızca bir miras değil, bir öğretiydi.
Eylül defteri çantasına koydu, Deniz'e döndü. “Bu hikâye hâlâ bitmedi. Yeni bir şey başlamak üzere. Biz sadece perdenin ilk katını kaldırdık.”
Deniz kafasını salladı. Gözleri kararsızdı. “Ya bu insanlar sadece geçmişi değil, geleceği de yönetmek istiyorsa? Belki de ikinci nesil çoktan harekete geçti. Bizi izliyorlar bile olabilir.”
Eylül gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Yıllarca süren arayışın sonunda, huzur bulacağını sanmıştı. Ama şimdi biliyordu ki, bazı sırlar yalnızca çözülmek için değil, savaşmak için ortaya çıkarılırdı.

O geceyi Eski Arşiv Binası’nda geçirdiler. Deniz, bilgisayardan defterdeki isimleri araştırmaya koyuldu. Eylül ise belgelerle birlikte yıllardır çözülememiş bazı faili meçhul davaları karşılaştırıyordu.
Ve orada, 2017 tarihli eski bir dosyada tanıdık bir isim karşılarına çıktı: Melis Durukan.
Deniz gözlerini kısıp dosyayı inceledi. “Bu isim bana tanıdık geliyor. Babamın zamanında da birkaç kez adı geçmişti. O zamanlar bir sivil toplum lideriydi. Ama bir anda ortadan kayboldu. Hiç haber alınamadı.”
Eylül dosyayı inceledi. Melis Durukan'ın ortadan kaybolmasıyla ilgili çok az bilgi vardı ama bir tanesi dikkat çekiciydi:
"Kaybolmadan üç gün önce gizli bir arşiv toplantısına katıldığı düşünülüyor."
“Bu kadın ikinci nesil için bir kurucu olabilir,” dedi Eylül. “Cemil’den sonra bu yapının yeniden şekillenmesini sağlayacak biri.”
Deniz başını salladı. “Ve eğer yaşıyorsa... onu bulmamız şart.”
Ertesi sabah, şehir sessiz bir şekilde uyanırken Eylül ve Deniz çoktan yola çıkmıştı. Melis’in son görüldüğü yer, eski bir vakıf binasının eteklerinde bulunan terk edilmiş bir pansiyondu. Binanın duvarları yosun tutmuş, camları kırılmış, kapısı paslanmıştı. Ama kapı kilitli değildi. Zaten onlar da anahtarla değil, içgüdüyle açacaklardı bu kapıyı.
İçeri girdiklerinde, ağır bir toz kokusu karşıladı onları. Deniz fenerini açtı. Merdivenlerden aşağı indiler. Pansiyonun bodrum katı, dışarıdan görünmeyen gizli bir bölmeye açılıyordu. Eylül kapının üstündeki sembolü fark etti: Gölge Derneği’nin eski amblemi.
“Doğru yerdeyiz,” dedi fısıltıyla.
Kapı gıcırdayarak açıldı.
İçerisi, bir sığınak gibiydi. Duvarlar ses yalıtımlıydı. Ortada bir masa, etrafında sandalyeler... Hepsi toz içinde. Ama masanın üzerindeki çay lekesi henüz kurumamıştı.
Biri hâlâ buradaydı.
O an arkadan bir ayak sesi duyuldu. Eylül ve Deniz aynı anda dönüp baktı. Kapının gölgesinde, uzun boylu, saçları griye çalan bir kadın belirdi. Elinde bastona benzer bir destek vardı ama bakışları son derece canlıydı.
“Demek sonunda geldiniz,” dedi kadın, sesi derin ve dingindi. “Ben Melis Durukan.”
Eylül bir adım öne çıktı. “Neden buradasınız? Cemil’i tanıyordunuz. Derneğin ikinci nesli hakkında ne biliyorsunuz?”
Melis gözlerini kısıp onlara dikkatle baktı. “Cemil bir dönemin taş ustasıydı. Ama her yapı gibi, onun inşa ettiği düzen de çürümeye başladı. Ben, o çürümüş yapının devam etmemesi için gizlendim. İkinci nesil, onun hatalarını telafi edeceğini sanıyor. Ama aslında daha da karanlıklar.”
Deniz nefesini tuttu. “Yani ikinci nesil dernek, artık daha güçlü mü?”
Melis başını eğdi. “Onlar yalnızca güç peşinde değil. Toplumun hafızasını yönlendirmek istiyorlar. Anıları, tarihleri, acıları değiştirmek. Bu yüzden babanız susturuldu, Eylül. Ve bu yüzden sizi izliyorlar. Siz, geçmişi deşen bir tehlikesiniz.”
Eylül soğukkanlılığını koruyarak konuştu: “Siz bu yapının içindeydiniz. Bize yardım ederseniz, onları durdurabiliriz.”
Melis bir süre düşündü. Sonra yavaşça sandalyeye oturdu. “Yardım edeceğim. Ama bu sefer sadece gerçekleri değil, insanların güvenini de kazanmanız gerekecek. Çünkü ikinci nesil artık yalnızca bir örgüt değil — bir fikir haline geldi.”
Eylül’ün gözleri karanlıkta parladı. “Ve fikirler, ancak başka bir fikirle yenilir.”
Melis başını salladı. “O zaman başlamamız gerek. Çünkü artık zaman bizim aleyhimize çalışıyor.”
Melis Durukan’ın sesi ağır ama sarsıcı bir fısıltı gibiydi. Her kelimesi, arşivdeki tozlu raflardan fırlayan bir sır gibi içlerine işliyordu.
“İkinci nesil, artık Cemil’in ideallerini değil, onun hatalarından doğan gücü kutsuyor. Onlar için mesele adalet ya da denge değil. Onlar, gerçeği kontrol etmeye çalışıyor. Kim neyi hatırlarsa, geçmiş o olur… İşte onların en tehlikeli silahı bu.”
Eylül ellerini masaya koydu. “Peki bu yapının başında kim var? Gerçek lider kim?”
Melis, çantasından yıllar önce çekilmiş solmuş bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafta tanıdık bir yüz vardı: İbrahim.
Ama onun hemen arkasında, gözlerini yere dikmiş genç bir adam daha duruyordu. Sert bakışlı, sakince etrafı izleyen... Yüzü yabancıydı ama gözlerinde Cemil'in gölgesi vardı.
“Bu adam...” dedi Deniz yavaşça. “Bu adam hiç sorgulanmadı... İbrahim yargılandı ama bu arkadaki kim?”
Melis başını eğdi. “O, Cemil’in oğlu. Cemil’in hiçbir zaman resmî olarak kabul etmediği... Ama ideolojisini ona emanet ettiği kişi. Adı: Rauf.”
Eylül şaşkınlıkla geri çekildi. “Cemil’in bir oğlu olduğunu hiç duymadık.”
“Çünkü oğlu, kimliğini devlet kayıtlarından sildirdi. Cemil tarafından doğrudan eğitildi. Görünmez kalmak için, var olmamayı öğrendi. Ve şimdi, ikinci neslin başında olan kişi o.”
Deniz hemen bilgisayarını açtı. “Rauf hakkında veri arayacağım. Hiçbir şey bulamazsam bile, dijital iz her zaman bırakır.”
Ama Melis, Eylül’e dönerek daha ağır bir şey söyledi:
“Rauf sadece geçmişin mirasçısı değil. O, babanın ölüm emrini veren gerçek kişiydi.”
Bir anda her şey karardı. O odada ne fener ne ışık; yalnızca o cümle kaldı.
Eylül gözlerini kapattı. İçinde bastırmaya çalıştığı öfke, yerini yakıcı bir hüzne bıraktı. “Yani İbrahim sadece bir piyondu. Gerçek cellat başka biriydi…”
Melis başını salladı. “Ve o kişi şimdi, toplumun belleğini değiştirecek yeni bir algoritma geliştiriyor. Adına Kök diyorlar. Bu sistem; hafıza kayıtlarını, haber geçmişini, hatta kişisel dijital anıları manipüle edecek kadar güçlü.”
Deniz şaşkınlıkla baktı. “Yani halkın geçmişini yeniden yazmak istiyorlar? Kimin neyi hatırladığını değiştirerek, koca bir ülkenin tarihini mi çarpıtacaklar?”
Melis cevap verdi:
“Evet. Ve bu süreç başlamadan önce onu durdurmalıyız. Çünkü bir kere işler dijitale geçti mi, gerçeğin kendisi silinecek.”
O gece, eski pansiyonda kurdukları geçici merkezin ortasına haritalar, belgeler, dijital kayıtlar yayıldı. Melis, yıllardır sakladığı dosyaları bir bir açtı. Her bir belge, Gölge Derneği'nin ikinci neslinin ağlarını gösteriyordu: Akademide gizli burslarla yönlendirilen gençler, dijital medya platformlarında çalışan sessiz editörler, kamuoyunu yönlendiren stratejistler…
Eylül belgelerden birini eline aldı. “Bu listedekilerin çoğu genç. Çoğu belki neyin parçası olduklarını bile bilmiyor.”
Melis cevap verdi: “Zaten sistem böyle işler. Gerçek niyeti sadece birkaç kişi bilir. Geri kalanlar sadece bir ‘inanç’a hizmet ettiğini düşünür. Ama bu inanç, hakikatin yavaşça boğulmasına neden olur.”
Eylül sabah olduğunda tek bir şeyden emindi: Bu artık sadece bir dava değil, bir hafıza savaşıydı.
Deniz, sabahın ilk ışığında bilgisayar başında ayağa kalktı. “Bir iz buldum. ‘Kök’ projesi ilk kez iki hafta sonra düzenlenecek olan kapalı bir dijital güvenlik sempozyumunda tanıtılacak. Yer: Ankara. Katılımcılar gizli, liste şifreli.”
Eylül gözlerini kıstı. “O listeyi ele geçirmeliyiz. Kim katılacaksa, hepsi bu sistemin parçası olacak. Belki de Rauf’un kendisi de orada olacak.”
Melis yavaşça gülümsedi. “O zaman yolculuk başlasın. Ankara’ya... ve geçmişin en derin katmanlarına doğru.”
Bölüm sonunda Eylül, artık sadece babasının intikamını değil, toplumsal hafızayı koruma savaşını da sırtlanmıştı. Rauf’la yüzleşmek, yalnızca kişisel değil; toplumsal bir hesaplaşmanın kapısını aralayacaktı.
Ve o kapı açıldığında, içeri yalnızca bir kadın girmeyecekti.
İçeri geçmişin sesi, geleceğin kaderi girecekti.
Otobüs sabaha karşı Ankara’ya doğru ilerlerken, içerideki herkes kendi sessizliğine gömülmüştü. Yolculuk gece başlamıştı; şehirlerin ışıkları, karanlık camlardan akan birer hayal gibiydi. Eylül pencereye yaslanmış, içinden geçen binlerce düşünceyle savaşıyordu. Babasının ölümüyle başlayan bu yolculuk, artık sadece geçmişin değil, geleceğin de kaderini belirleyecek bir dönüm noktasına dönüşmüştü.
Yanında oturan Deniz ise elindeki dizüstü bilgisayarda sürekli şifreli bağlantılarla uğraşıyor, sempozyumun içeriğine dair daha fazla bilgi bulmaya çalışıyordu. Melis, koltuk arkasında başını hafifçe yaslamış, uyur gibi görünüyor ama aslında zihni yılların birikimiyle her saniye yeni olasılıkları düşünüyordu.
Eylül, “Rauf” adını zihninde çevirdikçe içi daralıyordu. O ismi ilk duyduğunda geçmişin tüm puslu hatıraları yeniden canlanmıştı. Babasının sesi, bazı geceler kulaklarında yankılanırdı: “Bazı kötülükler öyle sessiz ilerler ki, fark ettiğinde çoktan içindesindir.”
İşte şimdi o sessiz kötülükle burun buruna gelmek üzereydiler.

Sabahın ilk saatlerinde Ankara’nın gri bulutları arasında otobüsten indiler. Eylül’ün bakışları sertleşmişti. Yol yorgunu değildi, çünkü onu yoran artık beden değil; hakikatin ağırlığıydı.
Melis, sempozyumun yapılacağı otele dair planı açtı. Katılım yalnızca biyometrik kimlik doğrulamasıyla sağlanıyordu. Basın veya dış misafir kabul edilmiyor, sistem tamamen kapalı ağ üzerinden yürüyordu. Fakat Melis’in yıllar önce devlet içindeki gizli kaynaklardan topladığı bir bilgi vardı: O sistemin arka kapısı.
“Bu kapalı sistemin bir zayıf noktası var,” dedi. “Katılımcılardan biri üzerinde test cihazı taşıyor. O cihaz, sistem açıldığında Rauf’un algoritmasına ilk yüklemeyi yapan kişi olacak. O kişiyi bulursak, tüm yapının içeriğini kopyalayabiliriz.”
Deniz hemen sordu: “Peki o kişi kim?”
Melis gözlerini kısmış, otelin katılım listesini gösteriyordu: “Yusuf Deren. Görünüşte nöro-bilişim uzmanı. Ama asıl işi, zihin-bellek arayüzleriyle uğraşmak. O cihaz, onun elinde.”
Plan basitti ama tehlikeliydi: Yusuf’un odasına girecek, cihazı kopyalayacak ve Rauf’un sistemine ilk erişimi sağlayacaklardı. Ama bu, onları doğrudan Rauf’un dikkat alanına sokacaktı.
Eylül başını kaldırdı. “Gerekirse onunla yüzleşirim.”
Gece, planın uygulanacağı zamandı. Otelin arka katı, diğer katlara göre daha sessizdi. Melis, eski güvenlik şefiyle temasa geçmiş, onların o kata sessizce çıkmasını sağlamıştı.
Eylül ve Deniz, Yusuf’un odasının önüne vardıklarında, içeriden gelen ışığı fark ettiler. Oda boş değildi. Yusuf yalnız değildi. Ve içerideki diğer kişi…
Rauf’tu.
Eylül’ün kalbi hızla atmaya başladı. Camdan içeri bakarken, yıllardır zihninde hayal ettiği gölgenin, sonunda ete kemiğe büründüğünü gördü. Sakin, soğukkanlı, ölçülü… Ama gözleri, dünyaya hükmetmek isteyen bir adamın bakışlarını taşıyordu.
Rauf’un sesi camın ardından dahi ürperticiydi:
“Yusuf, bu sistem sadece bilgi değil, duygu da aktaracak. Geçmişteki bir anı, bambaşka bir biçimde yeniden yaşatabileceğiz. İnsanlar, hatırladıkları şeye değil, biz ne istersek ona inanacak.”
Deniz nefesini tuttu. “Bu… delilik.”
Melis fısıldadı: “Hayır. Bu… totaliterliğin yeni şekli.”
Eylül, artık bekleyemezdi. İçeri girip Rauf’la yüzleşmek, onu durdurmak istiyordu. Ama Melis onu tuttu. “Henüz değil. Cihazı almalıyız. Kanıt olmadan, bu sadece kişisel bir intikam olur. Biz gerçeği ortaya çıkarmaya geldik.”
Deniz, Yusuf’un odaya bıraktığı çantayı gözleriyle işaret etti. Oradaydı: Zihin belleği yedekleyen ana cihaz.
Melis çabucak bir plan yaptı. “Yusuf kahve almak için çıktığında, ben dikkat dağıtacağım. Siz cihazı alacaksınız. Ama Rauf’a görünürseniz, her şey biter.”
Eylül gözlerini Rauf’a çevirdi. O an anladı: Bu adam sadece bir düşman değil, aynı zamanda semboldü. Hakikatin yerine geçmek isteyen bir sistemin sembolü.
Ve o sistem, ancak delilleriyle yıkılabilirdi.
Gece yarısı. Plan uygulandı.
Çanta sessizce alındı, kopyalama işlemi başlatıldı. Ama Rauf son anda fark etti. Kapıdan çıkan Melis’in gözlerinin içine baktı. Bir anlığına durdu, sonra alçak bir sesle fısıldadı:
“Sen hâlâ buradasın, öyle mi Melis? Hâlâ geçmişin enkazında debeleniyorsun. Ama biz artık gelecek yazıyoruz.”
Melis ise dimdik durdu. “Geleceği kurmak, geçmişi silmekle başlamaz. Aksine… gerçek, silinmez.”
O an göz göze geldiler. Ve Eylül, içeriden onu izlerken, Rauf’un Melis’e bakışındaki küçümsemeyi, bir savaş daveti gibi algıladı.
Rauf her şeyi biliyordu. Ama Eylül de artık onun yüzünü biliyordu.
Ve bu, sonun başlangıcıydı.
Melis ile Rauf’un karşı karşıya gelişi, yalnızca bir bakışmadan ibaret değildi. Göz göze geldikleri o birkaç saniyelik sessizlik, yılların birikmiş hesaplaşmasını taşır gibiydi. Melis'in gözlerinde acı ve kararlılık vardı. Rauf'un bakışları ise tam bir üstünlükle yüklüydü — her şeyi bilen, her şeyi izleyen bir tanrı edasıyla duruyordu karşısında. Ama Melis, bir tanrıya değil, sadece gözünü güce dikmiş bir adama bakıyordu.
O sırada Eylül ve Deniz otelin arka koridorlarında çantayla birlikte hızla uzaklaşıyorlardı. Cihaz, sessizce titreşiyor, içerisindeki algoritmalar Eylül’ün parmaklarının arasında hafifçe ısınarak çalışıyordu. Sanki metalin içindeki hafıza, geçmişin kanlı hatıralarını taşır gibi ağırdı. Eylül, çantayı bir bomba taşır gibi sıkıca tutuyordu. Çünkü biliyordu: Bu sadece bilgi değil, hakikatin kalbiydi.
“Bizi izliyor olabilir,” dedi Deniz fısıltıyla, sürekli arkasını kontrol ederek.
“Bırak izlesin,” diye yanıtladı Eylül, sesi taş gibi sertti. “Artık saklanmayacağız.”

Otelden çıktıktan sonra, gizli bağlantı noktalarından biri olan eski bir kütüphane binasına geçtiler. Burası, Melis’in yıllar önce oluşturduğu “karanlık hücre” ağının Ankara’daki son kalıntılarından biriydi. Her yer toz içindeydi, ama içerideki sistem hâlâ çalışıyordu.
Melis, kısa süre sonra yanlarına geldi. Yüzü solgundu ama gözleri kararlıydı.
“Rauf fark etti bizi,” dedi. “Beni tanıdı. Ama henüz Eylül’ü bilmiyor. Onun kozumuz olduğunu anlamadı.”
“Bu ne demek?” dedi Deniz hemen.
Melis çantayı aldı, cihazı çıkardı, parmak uçlarıyla dikkatlice çalışmaya başladı. “Bu demek oluyor ki… Eylül onun karşısına çıkana kadar elimizde zaman var. Ama çok az.”
Eylül kenarda dikiliyordu. Yüzündeki ifade yumuşamıştı, ama içten içe yanıyordu. Rauf’u camın ardından görmek, onun sesini duymak, o kibirli tavrını izlemek… Yıllarca içinde tuttuğu o karanlık dalgaları serbest bırakmıştı.
“Onunla konuşacağım,” dedi alçak ama net bir sesle.
“Henüz değil,” diye kesti Melis. “Önce hafıza çekirdeğini çözeceğiz. Ne yaptığını, neyi planladığını dünyaya anlatacağız. Onu, kendi kelimeleriyle yargılayacağız. Sen değil. Halk.”

Cihaz çözüldükçe, ekranın mavi ışığına satırlar dolmaya başladı. Rauf’un algoritması yalnızca bir zihin haritası değildi. O, insanların travmalarını yeniden yazıyor, geçmişlerini şekillendiriyor, düşüncelerini istenilen biçime göre değiştiriyordu.
İbrahim’in itirafları, Ahmet’in ölümünden sonra kurgulanan düzmece dosyalar, Cemil’in Rauf’la bağlantıları, Melis’in görevden alınma süreci, hepsi... o cihazın içinde kayıtlıydı. Duyguların haritasıydı bu. Gerçek, sahteyle aynı kutuda saklanmıştı.
Eylül’ün gözleri ekrana kilitlendi.
“Bu… babamın ölümüyle ilgili orijinal ses kayıtları,” dedi fısıltıyla.
Ses dosyasını açtılar. Ahmet’in, ölümünden sadece bir gün önce Rauf’a gönderdiği bir sesli mesaj:

> “Ben bu oyunun parçası olamam Rauf. Ne uğruna çalıştığımızı unuttun. Gerçek, manipülasyon değildir. İnsanların acılarını veri haline getiremezsin. Eylül’ü de, Deniz’i de bundan uzak tut. Bu son uyarımdır.”


O an Eylül’ün dizlerinin bağı çözüldü. Melis onu kolundan tuttu.

“Babam... bu yüzden öldürüldü. Çünkü doğru olanı yapmak istedi.”
Melis başını salladı. “Evet. Ve şimdi sen doğru olanı yapacaksın.”
Deniz, bir yandan verileri şifreli bir yedekleme dosyasına aktarıyor, diğer yandan internetin karanlık ağına sızmak için ağ bağlantısı kuruyordu. “Bu veriyi herkese ulaştırabiliriz. Ama aynı anda da Rauf’a ulaşır. Onu da harekete geçirir.”

Melis döndü. “İşte bu yüzden... harekete geçen taraf biz olmalıyız.”
Bölümün sonunda, her şey sessizleşti. Gece ilerlemiş, dışarıda Ankara’nın gri sokaklarında rüzgâr uğulduyordu. Ama içeride… o odada üç kişi, bir hakikati taşıyordu. Ve o hakikat, yakında bir şehri değil; bir ülkeyi sarsacaktı.
Eylül camdan dışarı bakarken, kendi kendine fısıldadı:

> “Rauf, seni sadece babam için değil… herkes için durduracağım.”

Ve böylece, Rauf’un oyunu başlamadan bozmak için ilk gerçek hamle, o gece atıldı.
Sabahın ilk ışıkları henüz şehri ısıtmaya başlamıştı. Eylül, Deniz ve Melis, eski kütüphane binasında bir aradaydı. O gece toplanan veriler, onların elini güçlendirmiş, ancak aynı zamanda üzerlerine binen yükü de artırmıştı. Gölge Derneği’nin ikinci nesli sadece bir örgüt değil, toplumsal hafızayı değiştirmeyi amaçlayan sinsi bir makineydi.
Eylül, elinde hala babasının ses kaydını tutarken, “Bu sadece bir başlangıç. Babamın ölümüyle ilgili örtbas edilenleri açığa çıkarmalıyız. Ama daha önemlisi, insanların hatırlama biçimini kurtarmalıyız.” dedi.
Deniz, bilgisayar ekranına odaklanmıştı. “Yusuf’un cihazındaki algoritmayı çözdüm. Çok daha karmaşık ve sinsi bir yapıya sahip. İnsanların hafızalarını şekillendirirken aynı zamanda sosyal medya ve haber platformlarına da müdahale ediyorlar. Yani sadece bireysel değil, toplumsal bir hafıza manipülasyonu söz konusu.”
Melis, ağır adımlarla ilerleyerek eski sandıkların üstüne ellerini koydu. “Bu zinciri kırmak için bizim de farklı olmamız gerek. Doğru zamanda doğru adımları atmalıyız. Gölge Derneği’nin karanlığı, bilgi ve cesaretle dağıtılacak.”
Eylül, derin bir nefes aldı. “İlk adım, bu verileri güvenilir gazetecilere ulaştırmak. Ancak onları ikna etmek zor olacak. Çünkü örgütün parmakları derinlere uzanıyor.”
Geçen günlerde alınan tehdit mesajları akıllarına geldi. Korku onları durduramazdı artık.
“Deniz, hazır mısın?” diye sordu Eylül.
“Her zaman,” dedi Deniz, kararlı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, güvenli bir yerden temasa geçtiler. Ünlü bir gazeteci olan Aslı Yılmaz’la buluşma ayarlandı. Aslı, uzun yıllardır adalet ve hakikat peşinde koşan, hükümet ve büyük şirketlerin karanlık sırlarını açığa çıkaran biriydi.

Toplantı gizliydi, İstanbul’un eski bir mahallesindeki küçük bir kafede gerçekleşti. Eylül dosyaları ve ses kayıtlarını Aslı’ya gösterdiğinde, kadının gözleri doldu.
“Bunu herkesin bilmesi gerek. Ama sizin gibi cesur insanların yanında olmam lazım. Çünkü sadece haber yapmak değil, koruma sağlamak da önemli. Bu güç çok büyük,” dedi Aslı.
Eylül, “Biz sadece başlangıçtayız. Asıl savaş bundan sonra başlıyor.”
Ve o gece, zincir kırılmaya başladı. İlk kelimeler, ilk haberler yavaş yavaş yayıldı. Ama Gölge Derneği’nin karanlık elleri hâlâ onları takip ediyordu.


Deniz ve Melis artık yalnız değildi. Yanlarında gazeteci Aslı vardı. Ancak düşmanları da güçlenmişti. Rauf’un gölgesi, yalnızca Ankara’da değil, tüm ülkede hissediliyordu.
Yeni tehditler ve sızmalar peşlerini bırakmıyordu. Eylül, sabah erken saatlerde telefonundan gelen şifreli mesajı okudu:
“Gerçekler uçurumun kenarında. Bir adım fazla atarsan düşersin. Dikkatli ol.”
Bu, Rauf’un ilk uyarısıydı.
Deniz, “Onlar çok derindeler. Sadece teknolojiyle değil, psikolojik manipülasyonla da savaşıyorlar,” dedi.
Melis, “Bu oyunu bozmamız için tek yol var: toplumun kendisiyle yüzleşmesi. Gerçeği kendi gözleriyle görmesi.”
Bunun için kamuoyuna ulaşmaları şarttı. Ancak örgütün medya üzerindeki nüfuzu, bunu zorlaştırıyordu. Yalan haberler, sansürler, tehditler… Her şey vardı.
Eylül, Aslı ile beraber büyük bir medya kampanyası planladı. Sızıntılar, belgeler, ses kayıtları ve şahitlerin ifadeleri derlendi. Sosyal medya hesapları açıldı, özgür platformlarda gerçekler yayıldı.
Ancak Rauf da boş durmuyordu. Algoritmasını, karşı propagandalar ve dezenformasyonla destekleyerek, halkın kafasını karıştırmaya başladı. Gölge Derneği’nin ikinci nesli, hafızayı sadece değiştirmiyor, aynı zamanda kafa karışıklığı yaratıyordu.
Bir gece Eylül, Deniz ve Melis gizli toplantıdayken, kapı aniden çalındı. Kapıyı açtıklarında, hiç beklemedikleri biri belirdi: İbrahim.
Eylül donuk gözlerle ona baktı. “Sen… nasıl çıktın?”
İbrahim yorgun ve pişman görünüyordu. “Beni dinleyin. Rauf, beni oyunun bir parçası yaptı. Ama artık değişti. Sizinle birlikte olmak istiyorum. Çünkü gerçekler ortaya çıkmalı.”
Bu teklif, Eylül’ün içinde fırtınalar kopardı. İhanetin en derinini yaşamıştı. Ama aynı zamanda, güçlü bir müttefik olabilirdi İbrahim.
Ve böylece, yeni bir sayfa açıldı. Kırık zincirlerin yeniden örülme çabası. Gölge Derneği’nin gölgeleri, artık sadece eski değil, yeni ihanetlerle de mücadele etmek zorundaydı.
Eylül, İbrahim’in kapıdaki beklenmedik ortaya çıkışı sonrası, içinde karmaşık duygularla boğuşuyordu. İhanetin acısı, yılların yıkıntıları ve güvensizlik duvarları, kısa sürede yıkılmaz hale gelmişti. Ama şimdi, o yıkıntıların arasında yeni bir umut filizleniyordu.
İbrahim, yorgun ama kararlıydı. Gözlerinde pişmanlığın izleri vardı, ama aynı zamanda geçmişin yükünü taşıyan bir adamın ağır sorumluluğu da vardı.
“Eylül,” dedi derin bir nefesle, “Senin kararlılığın ve cesaretin olmasaydı, ben hâlâ o karanlığın içinde kaybolmuş olurdum. Biliyorum, sana çok zarar verdim. Ama artık gerçekleri ortaya çıkarmak için birlikte mücadele etmeliyiz.”
Eylül, sessizce onu dinliyordu. İçinde fırtınalar kopsa da, bir yanıyla da bu samimiyeti görmek istiyordu.
Deniz, arka planda onları izliyor, olası tehditlere karşı tetikteydi.
Melis ise belgeleri toparlayarak, “İbrahim’in desteği, bizim için hem büyük bir avantaj hem de risk taşıyor. Ama doğru kullanırsak, bu savaşın seyrini değiştirebilir,” diye konuştu.
Eylül ve İbrahim, uzun sohbetlere başladılar. İbrahim, yaşadığı iç çatışmaları, Gölge Derneği’nin nasıl kendisini kullandığını ve sonunda nasıl pişman olduğunu anlattı. Her sözünde gerçeklik ve acı vardı.
Eylül, her gün biraz daha yumuşuyor, içinde büyüyen kızgınlık ve korku yavaş yavaş yerini anlamaya ve kabullenmeye bırakıyordu.
Aralarındaki bağ, acılarla örülü olsa da, ortak bir amaç için yeniden şekilleniyordu: Gerçeğin ve adaletin kazanması.
İbrahim’in getirdiği bilgiler, Gölge Derneği’nin planlarını daha da netleştirdi. Rauf’un “Kök” sistemi sadece bir hafıza manipülasyonu değildi. Aynı zamanda, devlet içinde gizli bağlantılarla sürdürülen çok daha büyük bir sistemdi.

Bunun önüne geçmek için, Eylül ve ekibi yeni stratejiler geliştirmeye başladı. Hem dijital hem de fiziksel alanda saldırılar organize edildi. Gölge Derneği’nin içindeki hainler belirlenip etkisiz hale getirilecekti.
Rauf, Eylül’ün adımlarını yakından izliyordu. Onun yüzleşmesini ve İbrahim’in dönüşünü öğrendiğinde, karanlık bir gülümseme belirdi. “Oyunumuz hızla değişiyor. Ama hala avantaj bende,” dedi kendi kendine.
Yeni bir hamle planlıyordu. Eylül’ü ve etrafındakileri köşeye sıkıştırmak için artık daha acımasızca hareket edecekti.
Eylül, Deniz, Melis ve İbrahim; geçmişin gölgeleriyle yüzleşip, geleceği şekillendirmek üzere kenetlenmişti. Artık sadece bir kişisel hesaplaşma değil; toplumsal bir uyanış başlamıştı.
Her adım, zorlu ve tehlikelerle doluydu. Ama artık geri dönüş yoktu.
Eylül, derin bir nefes aldı, yeni güne umutla baktı ve fısıldadı:
“Bizi bekleyen karanlık ne kadar derinse, biz o kadar güçlü olacağız.”
Gecenin koyuluğu, denizin yüzeyine ince bir is gibi çökmüştü. Ufuk çizgisi, karanlık ile belirsiz bir mavinin arasında kaybolmuş; dalgaların kıyıya çarpan sesi, sessizliğe eşlik eden tek ritim olmuştu. Eylül, ahşap iskelenin kenarında oturmuş, ayaklarını suya sarkıtmıştı. Parmak uçlarına değen tuzlu su, hem serin hem de hafif yanıcı bir his bırakıyordu.
Deniz ise biraz geride, iskele direğine yaslanmış, sessizce onu izliyordu. Onun gözlerinde, uzun zamandır bastırmaya çalıştığı bir şey vardı — belki endişe, belki de bir türlü dillendiremediği bir korku.
"Eylül," dedi alçak bir sesle, "Bazen her şeyin bittiğini düşündüğümüz anlarda, aslında yeni bir şey başlıyormuş. Ama… bu kez emin değilim. Biz nereye gidiyoruz?"
Eylül başını çevirmedi, sadece derin bir nefes aldı. “Deniz… Ben de bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, artık geriye dönmek istemiyorum. Geçmişte ne varsa, hepsi orada kalsın. İbrahim’in yüzünü, Ahmet’in sessiz gidişini, Cemil’in karanlık gölgesini… Hepsi artık geride olmalı.” Sesinin tonu kararlıydı, fakat kelimelerinin ardında hâlâ iyileşmemiş yaralar gizlenmişti.
Deniz birkaç adım atıp yanına geldi. Ay ışığı, yüzlerindeki çizgileri belirginleştiriyor, ikisinin de yorgunluğunu açıkça gösteriyordu. “Ama sen hâlâ uykunda irkilerek uyanıyorsun, Eylül. Hâlâ sessizliğin içinde bir ses arıyorsun… Bunu nasıl yok sayacağız?”
Eylül gözlerini kapattı. “Belki de yok sayamayacağız. Belki de o ses hep içimizde kalacak. Ama ben o sesin bizi yönetmesine izin vermeyeceğim. Artık korkularla değil, kendi seçimlerimizle yaşayacağız.”

Tam bu sırada uzaktan, rüzgârın taşıdığı boğuk bir motor sesi duyuldu. İkisi de refleksle başlarını çevirdi. Karanlığın içinden, kıyıya doğru yaklaşan küçük bir tekne belirdi. Dalgaların arasında yavaşça ilerliyor, her vuruşta daha net görünüyordu.
Deniz’in kaşları hafifçe çatıldı. “Bu saatte kim gelir ki buraya?”
Eylül’ün bakışları tekneden ayrılmadı. İçinde beliren huzursuzluk, kelimelere dökülemeyecek kadar yoğundu. Tekne yaklaştıkça, üzerinde tek bir siluet belirmeye başladı. Ve o an, Eylül’ün yüreğine bir çivi gibi çakılan his — bu siluetin yabancı olmadığı gerçeğiydi.
Eylül, sessizliği dinleyerek adımlarını ağırlaştırdı. Her şey, göl kenarındaki bu dar patikada başka türlü işliyordu sanki… Gölün yüzeyinde ince bir sis tabakası vardı; öylesine yoğun ki, su ile gökyüzü arasındaki sınır kaybolmuş gibiydi. Hangi tarafın gerçek, hangisinin yansıma olduğunu ayırt etmek zordu. Eylül, bunu fark edince içinde tuhaf bir ürperti hissetti; sanki hayatındaki tüm sınırlar da böyle bulanıklaşmıştı.
Deniz, arkasından birkaç adım geride yürüyordu. Onun adımlarında bir gerginlik, nefes alışında ise ağır bir bekleyiş vardı. Eylül, dönüp bakmasa bile hissedebiliyordu. Biliyordu ki Deniz’in aklında hâlâ o gece vardı… Ahmet’in ölüm gecesi… İbrahim’in adının ortaya çıkışı… Ve o geceden sonra birbirlerine söyledikleri ama aynı zamanda söyleyemedikleri her şey.
“Burası…” dedi Eylül, adımlarını durdurarak.
Sesindeki hafif titreme, Deniz’in dikkatini çekti.
“Ne var burada?”
Eylül, gözlerini gölün kıyısındaki eski tahta iskeleye dikti.
“Babam burayı severdi. Sessizliği dinlemek için gelirdi. Hatta… bazı akşamlar, hiçbir şey söylemeden oturur, sadece suya bakardı.”
Deniz, başını eğip gölü izledi. Durgun suyun üzerinde, eski tahta parçalarının arasına sıkışmış birkaç sararmış yaprak süzülüyordu. Rüzgâr hafifti ama Eylül’ün içine esen fırtına durmuyordu.
“Buraya gelmek sana zor mu geliyor?” diye sordu Deniz, dikkatle.
Eylül, bir süre cevap vermedi. Sonra, kelimeleri tartarak konuştu:
“Zor değil… Asıl zor olan, buradaki sessizliği dinleyip onun artık hiçbir yerde olmadığını kabul etmek.”
Sessizlik yine çöktü aralarına. Bu defa, sadece gölün sesi vardı. Suyun kıyıya hafifçe çarpan dalgaları, sanki her darbede geçmişten küçük parçalar koparıp önlerine bırakıyordu.
Eylül, iskeleye doğru yürümeye başladı. Tahtalar, adımlarının ağırlığıyla gıcırdadı. Gölün ortasına doğru uzanan bu dar yol, sanki bilinmeyene açılan bir köprüydü. Uzakta, sisin içinde bir kuş kanat çırptı; sesi yankılandı, sonra kayboldu.
Deniz de arkasından geldi ama adımlarında tereddüt vardı.
“Burada bir şey oldu, değil mi?” dedi Deniz aniden.
Eylül, başını çevirip ona baktı. Gözlerinde o bilindik sorgulayıcı ifade vardı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Bunu senden önce de duydum. Cemil, buradan bahsetmişti. Ama nedenini söylemedi.”
Eylül’ün yüreği hızla çarpmaya başladı. Cemil’in bu yerden bahsettiğini duyunca içinde bir kapı açılmış gibi oldu — eski bir anı, tozlu ve tehlikeli bir anı.
“Cemil… sana ne anlattı?”
“Pek bir şey değil,” dedi Deniz, ama sesi inandırıcı değildi. “Sadece… buranın bazı ‘şeyleri hatırlattığını’ söyledi.”
Eylül, ellerini cebine soktu. Elleri soğuktu, parmaklarının ucuna kadar buz kesmişti.
“Cemil bu yeri biliyorsa… demek ki o da buradaki sırları biliyor.”
Deniz’in kaşları çatıldı.
“Eylül… bana her şeyi anlatmadığını biliyorum. Belki de artık anlatmalısın.”
Eylül, gölün sisli yüzeyine baktı. Düşünceleri, sisin içine gömülmüş eski bir sandık gibiydi. Onu açarsa, sadece Deniz değil, kendisi de bazı şeyleri geri dönüşsüz bir şekilde öğrenecekti. Ve belki de, huzur sandıkları gibi görünse de içinden yalnızca karanlık çıkacaktı.

Eylül’ün zihninde, geçmişten gelen o ses yine yankılandı…
Sadece bir anlığına, şimdiki zamandan kopmuştu. Odadaki soğuk hava, göz kapaklarının ardında canlanan o geceye karıştı. Henüz on bir yaşındaydı. Çocuk aklıyla dünyanın basit olduğunu, iyilerin hep kazanacağını sanıyordu. Ama o gece, bu inancının paramparça olacağı ilk geceydi.
Ev sessizdi… Annesi mutfakta bulaşıkları yıkıyor, babası salonda oturuyordu. Yağmur damlaları pencereye çarpıyor, dışarıdaki karanlık sanki evi biraz daha küçültüyordu. Sonra… O tok ses. Kapının zorlanarak açılması. Ağır, ölçülü ayak sesleri. Tanıdık olmayan bir nefesin varlığı.
Eylül, merakla koridora çıkmak istedi. Ama babasının sert bir bakışı onu yerinde dondurdu. “Odana git.” Sesindeki o gerginlik, kelimelerden daha çok şey söylüyordu. Gitmedi… Gölgelerin arasında kaldı. Ve orada, hayatı boyunca unutamayacağı o anı gördü.
Babasıyla karşı karşıya duran iki adam vardı. Biri, ince bir tebessümle konuşuyordu, sanki tehdit değil de sıradan bir sohbet yapıyormuş gibi. Ama kelimelerinin arasında buz gibi bir soğukluk vardı. Diğeri, sessizdi; gözleri babasına kilitlenmişti.

Deniz, pencerenin önünde bir süre daha bekledi. Gözleri kara

Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Cezaevindeki insanlar hakkında ne düşünüyorsun?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.