Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
25.Bölüm: Fırtına Önce sessizlik - Sözümoki
13 Ağustos 2025, Çarşamba 16:44 · 6 Okunma

25.Bölüm: Fırtına Önce sessizlik

Gece yarısı şehrin üstüne çöken sessizlik, Eylül’ün zihninde yankılanan fırtınayı bastıramıyordu. Deniz çoktan uykuya dalmış, nefes alışları düzenli bir ritme girmişti. Ama Eylül, yatakta sırt üstü yatarken tavana kilitlenmiş gözlerle bekliyordu.
Bir şey eksikti. İbrahim’in yakalanması, yıllardır taşıdığı yükün hafiflemesine yetmemişti. İçinde hâlâ tanımlayamadığı bir karanlık vardı.

Telefonunun ekranı loş ışıkta parladı. Numara tanıdık değildi ama içgüdüleri Eylül’e bunun önemli olduğunu söylüyordu. Tereddütle açtı.

“Sen hâlâ babanın katilini bulduğunu sanıyorsun, değil mi?”
Sesi derinden, boğuk ve soğuktu. Eylül bir an nefesini tuttu.
“Sen kimsin?” diye sordu, sesi titreyerek.
Karşı taraf alaycı bir kahkaha attı. “İbrahim sadece eliydi. Onu harekete geçiren, perde arkasındaki yüzü görmek ister misin?”
Eylül ayağa fırladı, bir yandan Deniz’i uyandırmamaya çalışarak odadan çıktı. Parmaklarının arasındaki telefon sanki ağırlık kazanmıştı.
“Ne istiyorsun?” diye sordu, boğazındaki düğümü yutarak.

“İstediğim tek şey… gerçeği kaldırabilecek misin, onu bilmek.”
Sonra sessizlik. Hat kapandı.

Eylül’in kalbi deli gibi atıyordu. O an hissetti: bu iş bitmemişti. Üstelik İbrahim sadece bir başlangıçtı.
Duvardaki eski bir fotoğraf dikkatini çekti. Babası Ahmet, yanında tanımadığı bir adamla gülümserken… Bu fotoğrafı daha önce defalarca görmüştü ama şimdi sanki başka bir anlam kazanmıştı. O adamın gözlerinde bir sertlik, bir tehdit vardı.
O an anladı ki, babasının ölümünün ardındaki zincir çok daha karmaşıktı. Ve bu zincirin halkaları hâlâ kırılmamıştı.


Eylül, telefon konuşmasının yarattığı o metalik yankıyı zihninden atamıyordu. Sanki ses, beyninin içinde dönüp duran paslı bir çark gibi, her düşüncesine çentik atıyordu.
Kimdi o adam? Ve neden bu kadar soğukkanlı bir şekilde “gerçeği kaldırabilecek misin” diye sormuştu?
Mutfağa geçti, elleri refleksle kahve makinesine uzandı. Kahve değil, zamana ihtiyacı vardı ama elinden gelen tek şey, sıcak bir bardakla kendini oyalamaktı. Fincanı doldururken gözleri hâlâ duvardaki fotoğraftaki adama takılıyordu.
Babası Ahmet’in yanında, takım elbisesi kusursuz oturan, gözleri keskin, dudaklarının kenarında neredeyse görünmez bir küçümseme…

Telefon masanın üzerinde titredi. Bu kez arayan numara sabit bir hat gibiydi. Eylül hemen açtı.
“Eylül Hanım,” dedi bir erkek sesi, bu sefer net ve resmi bir tonda, “ben Komiser Serhat. O fotoğraftaki adamı merak ediyorsanız, onun adı Cemil Kara.”

Eylül irkildi. “Siz… nereden biliyorsunuz?”

“Çünkü biz de peşindeyiz,” dedi Serhat. “Ahmet Bey’in öldürülmesinin ardından yıllar boyunca dokunamadığımız bir isimdi. Şimdi elimizde yeni bilgiler var.”

Eylül’in nefesi hızlandı. “O zaman… İbrahim—”

“Evet,” diye sözünü kesti Serhat, “İbrahim onun tetikçisi. Sizin babanızın ölümünü planlayan asıl beyin Cemil Kara. Ve o hâlâ dışarıda.”

Eylül fincanı tezgâha bıraktı, kahvenin sıcak buharı yüzüne vururken içinde buz gibi bir öfke kabardı. “Neden bana şimdi söylüyorsunuz?”

“Çünkü o da sizi fark etti,” dedi Serhat, sesi alçalıp sertleşerek. “Az önce arayan kişi büyük ihtimalle oydu.”

Eylül’ün gözleri karardı. O an, o sesin arkasındaki gölgenin sadece bir isim değil, bir ağ olduğunu anladı. Cemil Kara, babasının ölümünün tek sorumlusu değildi; şehirde sessizce işleyen, görünmez bir düzenin de sahibi olabilirdi.

Serhat devam etti: “Onunla yüzleşmek istiyorsanız, bu yola tek başınıza çıkamazsınız. Size ulaşmamın sebebi, birlikte çalışmamız.”

Eylül başını yavaşça salladı. Kendi kendine mırıldandı: “O zaman bu iş bitmedi… asla da bitmeyecek.”

Serhat, elindeki eski deri çantayı masanın üzerine bıraktığında, Eylül hem merak hem de içgüdüsel bir ürpertiyle geriye yaslandı. Çantanın metal tokası açıldığında içeriden keskin bir kâğıt kokusu yükseldi. Eski dosyaların, tozlu arşivlerin ve unutulmak istenmiş anıların kokusu…
Serhat yavaşça birkaç dosya klasörü çıkardı. Üzerlerinde, yıllar öncesinin lekelenmiş mühürleri vardı. “Bu belgeler,” dedi, “resmî olarak hâlâ yok sayılıyor. Ama gerçekler, saklanmaya devam ettikçe daha da zehirli hâle gelir.”

Eylül dosyalardan birini aldı. İlk sayfada sararmış bir fotoğraf vardı:
Babası Ahmet, gençliğinde, gömleğinin kollarını sıvamış, gülümsemiş… yanında ise Cemil Kara. Fakat Cemil’in bakışı gülüşle uyuşmuyor, gözleri sert, dudaklarının kenarı gergin. O an, Eylül fotoğrafa bakarken bile o gerilimi hissedebiliyordu.

“Tanışıklıkları sandığından çok daha eski,” dedi Serhat. “Baban ile Cemil, aynı iş sahasında yollarını kesiştirdi. Ama Ahmet Bey dürüst, adil biriydi. Cemil ise kısa yoldan güç ve para isteyenlerden… Aralarında önce iş ortaklığı, sonra sessiz bir düşmanlık başladı.”

Eylül sessizdi. Yalnızca kâğıtların hışırtısı ve mutfaktaki duvar saatinin tik takları duyuluyordu.

Serhat, elindeki ikinci dosyayı açtı. İçinden birkaç el yazısı mektup çıktı. “Bu mektupları baban, yakın dostuna yazmış. Ama dostu korktuğu için teslim etmemiş, yıllarca saklamış. Geçen ay bana ulaştırdı.”

Eylül mektuplardan birini titreyerek aldı. Yazılar, babasının tanıdığı el yazısıydı:

> ‘Cemil, bu işi temiz bırakmayacak. Bana açıkça tehdit savurdu. Yalnızca beni değil, ailemi de hedef alacağını biliyorum. Eğer bir gün başıma bir şey gelirse, bunun kaza olmadığını söyle. Kızım Eylül’ü koru…’



Mektubu okurken kelimeler boğazına düğümlendi. Babası onu korumak istemişti ama koruyamamıştı. Ve şimdi, yıllar sonra, o tehdit hâlâ hayatının tam ortasındaydı.

“Bu sadece başlangıç,” dedi Serhat, sesi derinleşerek. “Cemil, şehrin belli başlı işlerini kontrol eden bir ağ kurdu. Tüm ipler onun elinde. Ve en kötüsü, kimse ona dokunamıyor çünkü herkesin elinde bir sırrı var.”

Eylül, gözlerini Serhat’a çevirdi. “O zaman benim sırrım olmayacak. Ben onun en karanlık yüzünü ortaya çıkaracağım.”

Serhat başını salladı. “Bu yol, seni geçmişine götürecek. Ahmet Bey’in öldürüldüğü geceye… ve o gecede bilmediğin detaylara.”

Eylül’ün içinde hem korku hem de kararlılık vardı. O geceyi yeniden yaşamak, belki de hayatındaki en büyük kırılma anı olacaktı. Ama artık geri adım atacak noktayı geçmişti.

O GECE - AHMET KARAHAN


O gece, gökyüzü kurşuni bulutlarla kaplıydı. Yağmur, sanki birden değil, sinsice başlamış; önce hafif, ince damlalar düşmüş, sonra birden hızını artırıp yerle gök arasındaki tüm çizgileri silmişti. Sokak lambalarının sarı ışığı, yağmur perdesinin ardında bulanık ve kırık görünüyordu.

Eylül, o zaman henüz on altı yaşındaydı. Babası Ahmet, akşam yemeğinden sonra “biraz işim var, geç olmadan dönerim” demişti. Kapı kapanırken annesinin yüzünde hafif bir endişe vardı ama Ahmet’in gülüşü, o endişeyi bastırmıştı.

Saat ilerledikçe rüzgâr sertleşmiş, yağmur damlaları cama çarparken tiz sesler çıkarmaya başlamıştı. Ev sessizdi, sadece televizyondan gelen boğuk bir haber sesi vardı. Sonra… bir telefon çaldı.

Ahizeyi annesi açtı. Sadece birkaç kelime duyuldu: “Gelmeniz lazım… Ahmet Bey…”
Annesinin rengi bir anda çekildi. Cümleyi tamamlamadan ceketini kaptı, Eylül’ü de yanında sürükledi.

Sokaklar karanlık ve ıssızdı. Arabaya bindiklerinde, yağmur sileceklerin ritmine yetişemeyecek kadar yoğundu. Gidilen yer, şehrin kenar mahallesindeki eski bir depoydu.

Araba durduğunda, Eylül motor sesinin kesilmesiyle birlikte dışarıdan gelen başka bir uğultuyu fark etti — yağmurun altına gizlenmiş, metalin metal sürtünmesi gibi bir ses… Ve uzaktan, birinin öfkeyle bağırışı.

Depo kapısı yarı açıktı. İçeriden sarı, titrek bir ışık sızıyordu. İçeri girdiklerinde ağır bir mazot kokusu ve pas kokusu karışımı havayı doldurmuştu.

Eylül, babasını gördüğünde, zaman bir an durdu. Ahmet, yere diz çökmüş, yüzü yarı gölgede, alnından kan süzülüyordu. Önünde ise siyah paltolu bir adam — yüzü görünmüyordu, yalnızca omuzlarının genişliği ve elindeki tabanca netti.

O an bir başka gölge duvarın kenarında belirdi. Adamın adımlarını bastıran yağmurun uğultusu, Eylül’ün kulaklarında derinleşti. Ve o gölge, başını hafifçe yana eğdiğinde Eylül, yıllar sonra bile unutamayacağı o bakışı gördü: Cemil Kara’nın donuk, hesap yapan gözleri.

Bir saniyelik göz teması… ama Eylül’ün ruhunda bir ömürlük iz.

Silah patladı. Ses, hem yakındı hem de sonsuz bir boşluktan geliyormuş gibi yankılandı. Ahmet’in vücudu geriye düştü, metal zemine çarpan sesi Eylül’ün içini parçaladı.

Annesi çığlık attı. Eylül, dizlerinin üstüne çöküp babasının yanına gitmek istedi ama biri —muhtemelen Cemil’in adamlarından biri— kolunu yakalayıp geri çekti. Soğuk, sert bir eldi bu.

Yağmurun sesi, çığlıkların, koşuşturmanın ve uzaklaşan ayak seslerinin üzerine yağmaya devam etti. O gece, Eylül’ün hayatında hiçbir şey bir daha aynı olmadı.


Yıllar geçmişti ama o gece, Eylül’ün zihninde hâlâ ıslak, hâlâ soğuk, hâlâ kan kokulu bir yara gibi duruyordu. İnsan bazı acıların üzerinden zamanla atladığını sanır; oysa sadece üstüne katman katman sessizlik örter.

Eylül, şimdi Deniz’in yanında, karanlık otel odasında otururken bile o geceyi, yağmurun o ağır kokusunu, babasının son nefesini taşıyan havayı hissedebiliyordu. Parmaklarını yumruk yapmış, farkında olmadan tırnaklarını avucuna geçirmişti.

Biraz önce gelen haber —Cemil Kara’nın şehirde görüldüğü— beynine bir tokat gibi inmişti. Sanki yıllardır gömdüğü, derinlerde sakladığı her şey yeniden yüzeye çıkmıştı. İçinde, paslı bir kapı gıcırdayarak açılmış, oradan babasının cansız bedeni, annesinin çığlığı ve kendi sessizliği dışarı taşmıştı.

Gözlerinin önüne yine o yarı karanlık depo geldi. Ama bu kez, yıllar önce korkudan titreyen bir çocuk değil, hesap sormaya hazır bir kadın vardı.

Eylül, o zaman anlamadığı bir şeyi şimdi çok net biliyordu:
O gece sadece babası ölmemişti. O gece, Eylül’ün çocukluğu da orada kalmıştı.

Deniz sessizce ona baktı.
“Yine o geceyi mi düşündün?” dedi.
Eylül başını kaldırdı. “Hayır… o geceyi yaşamıyorum artık. Onu bitirmeye gidiyorum.”

Söylediği kelimeler, odanın havasını değiştirdi. Sanki dışarıdaki yağmur bile bir an durup dinledi.



Eylül, Deniz’in gözlerinin içine bakarken fark etti ki bu karar, sadece geçmişi bitirmek değil, geçmişi yeniden yazmaktı.

Ama o geceye dair bilmediği bir şey vardı.
Ve bu, bugüne kadar aklına bile gelmemişti.

Olaydan kısa bir süre sonra, annesi onu apar topar evden alıp uzak bir kasabaya götürmüştü. O günlerde annesinin neden bir şey anlatmadığını hep anlamaya çalışmıştı ama cevabı hiçbir zaman alamamıştı. Şimdi, Cemil’in tekrar ortaya çıkışıyla, Eylül’ün zihninde yıllardır kilitli duran bazı görüntüler uyanmaya başladı.

Yağmurun o en şiddetli anında, babasının yere düştüğü saniyede, karanlığın içinde bir ses duymuştu. O zaman önemsememiş, belki de korkudan hatırlamak istememişti. Ama şimdi netti…
Bu ses, Cemil’in değil, başka birinin sesiydi.

Derinden, fısıltı gibi ama emir verir gibi çıkan o kelime:
“Tamam, şimdi bırak…”

Eylül’ün tüyleri diken diken oldu.
Bu, başka birinin orada olduğu anlamına geliyordu.
Ve belki de İbrahim, o gece sadece bir piyondu.

Deniz, Eylül’ün yüzündeki değişimi fark etti.
“Ne oldu?” diye sordu.
Eylül dudaklarını zorla araladı. “Deniz… orada bir başkası daha vardı. Ve o kişi… hâlâ yaşıyor olabilir.”

Odada sessizlik çöktü. Yağmur, camlara yeniden vurmaya başladı.
Eylül artık biliyordu: O gece sadece bir cinayet değil, bir oyun oynanmıştı.
Ve iplerin ucu hâlâ birilerinin elindeydi.


Eylül, o gecenin puslu hatırasını zihninde tekrar tekrar döndürdükçe, içindeki huzursuzluk büyüyordu.
“Tamam, şimdi bırak…”
O ses kulaklarında yankılanıyor, tüylerini ürpertiyordu. O cümle, emir veren birinin soğuk netliğiyle söylenmişti.

Bir insan, cinayet anında bu kadar sakin konuşuyorsa… ya daha önce buna benzer şeyler yapmıştır, ya da o anı uzun süredir planlamıştır.
Eylül’ün aklına şu düşünce düştü:
Ya her şey, babamın ölümü bile, bir zincirin halkasıysa?

Deniz, mutfağa geçmiş, düşünceli bir şekilde kahve hazırlıyordu. O bile, Eylül’ün sessizliğinin ağırlığını hissediyordu.
“Kimin sesi olduğunu hatırlıyor musun?” diye sordu mutfaktan.
Eylül başını iki yana salladı. “Yüzünü görmedim. Ama sesi… genç değildi. Hani bazı insanlar vardır, konuşurken kelimeleri taş gibi ağır düşer ya… öyleydi.”

O anda aklına geldi: Babasının eski arkadaşı Nihat.
Çocukluğunda birkaç kez evlerine gelmiş, babasıyla saatlerce konuşmuştu. Sigara dumanı, ağır kahkahalar, keskin bakışlar… Ve bir keresinde babasının ona “Artık bu işlerden uzak dur” dediğini hatırlıyordu.
O zaman anlamamıştı. Şimdi ise parçalar yavaş yavaş birleşiyordu.

Ama Nihat yıllar önce ortadan kaybolmuştu. Ne ölüm haberi gelmişti, ne de bir iz bulunmuştu.
Belki hâlâ yaşıyor, belki de o gece oradaydı.

Eylül, kararını verdi: Eski tanıkları bulacak, kimsenin konuşmadığı şeyleri konuşacak.
İlk adım, o gece babasının dükkanının karşısındaki manav Hüseyin’di. O adam, babasının ölümünden sonra dükkânını satıp köye dönmüştü. Ama Eylül, onun yüzünde o geceye dair hep sakladığı bir şey olduğunu hatırlıyordu.

Deniz, Eylül’ün planını dinledi. “Bunu tek başına yapmana izin vermem. Bu sefer ikimiz de her şeyi göze alıyoruz.”
Eylül hafifçe gülümsedi. “Artık geri dönmek yok.”

O gece, ikisi de uyuyamadı. Eylül’ün zihninde sürekli aynı sahne dönüyordu:
Yağmur, gökyüzünden boşalırken babası yere düşüyor, karanlıktan bir siluet beliriyor… Ve o ses:
“Tamam, şimdi bırak.”

Sabah olduğunda, Eylül’ün ilk durağı belliydi: Hüseyin’in köydeki evi.
Ama bilmediği bir şey vardı…
Onlardan önce birileri de Hüseyin’e ulaşmaya çalışıyordu.

Köye giden yol, sabahın erken saatinde bile sisle boğulmuştu. Dağlardan inen pus, yolun kıvrımlarında ağır ağır ilerliyor, etrafı hayalet gibi sarıyordu. Eylül, arabanın ön camına düşen damlaları izlerken, kalbinin ritmi hızlanıyordu. Sanki bu yolun sonunda sadece bir ev değil, yıllardır saklanan bir sır bekliyordu.

Deniz direksiyonda sessizdi. Onun sessizliği, Eylül’ün düşüncelerini daha da gürültülü yapıyordu. Arada bir aynadan arka tarafa bakıyor, kimsenin peşlerinde olmadığını kontrol ediyordu ama içindeki his, yalnız olmadıkları yönündeydi.

Yolun sonunda, küçük bir derenin kenarında eski taş bir köprü vardı. Oradan geçtiklerinde, Eylül aniden başını kaldırdı.
“Bir şey fark ettin mi?” diye sordu.
Deniz kaşlarını çattı. “Ne?”
“Çamurun üzerindeki lastik izleri… Bu köyde kaç araba var ki? Ve yağmur dün gece yağmış, izler taze.”

Deniz hemen hızını biraz düşürdü. “Demek ki bizden önce biri gelmiş.”

Köy meydanına vardıklarında, beklediklerinden daha sessiz bir manzara karşıladı onları. Kapılar kapalı, pencereler perdeyle örtülüydü. Eylül, bu sessizliğin sıradan bir sabah sessizliği olmadığını hissetti. Bu, fırtınadan önceki sessizlikti.

Hüseyin’in evi, köyün en ucunda, çam ağaçlarının gölgesindeydi. Evin önünde eski bir kamyonet duruyordu. Kapısı açıktı.
Deniz, arabayı biraz ileride durdurdu. “Bekle, önce ben bakayım.”
Ama Eylül buna karşı çıktı. “Hayır, beraber.”

Evin kapısına vardıklarında, içerden hafif bir uğultu duyuldu. Sanki biri fısıldıyor, ama kelimeler anlaşılmıyordu.
Eylül kapıya dokunmak üzereyken, içeriden bir sandalye devrildi.
Deniz, hızla içeri girdi.

Salonun ortasında Hüseyin yere düşmüş, nefes nefese, korku dolu gözlerle onlara bakıyordu.
“Hüseyin amca! Ne oldu?”
Yaşlı adam zorla konuştu:
“Geldiler… Beni susturmaya geldiler…”

Tam o anda, evin arka kapısından bir gölge hızla uzaklaştı. Deniz koştu ama sisin içinde o siluet kayboldu.

Hüseyin titreyerek devam etti:
“Eylül… O geceyi gördüm. Ama o zaman konuşsaydım… seni de babanı da öldürürlerdi.”

Eylül’ün nefesi kesildi. “Kimdi, o ses kime aitti?”
Hüseyin gözlerini yere indirdi. Dudakları kıpırdadı ama adı söyleyemeden… kapının dışında ayak sesleri duyuldu.


Eylül, Hüseyin’in yanına çömelmiş, titreyen ellerini tutuyordu. Adamın alnından soğuk ter damlıyordu. Deniz ise arka kapıdan kaçan gölgenin peşini bırakmak zorunda kalmış, yeniden salona dönmüştü. Ama ikisi de aynı anda fark etti: Ön kapının dışında birinin ayak sesleri vardı… ve bu sesler, ağır ağır yaklaşıyordu.

Kapının aralığından belli belirsiz bir gölge süzülüyordu. Bir insanın durduğu belliydi ama sessizdi.
Deniz fısıldadı: “Kim o? Çık ortaya!”
Yanıt gelmedi.

Hüseyin birden panikle Eylül’ün kolunu sıktı. “Sakın… sakın göz göze gelme onunla…”
Eylül’ün kalbi hızla çarpmaya başladı. “Kim bu?” diye sordu ama Hüseyin’in dudakları kilitlenmişti.

Kapı aniden gıcırdayarak biraz açıldı. Soğuk sis, evin içine doldu. Aralığın ötesinde sadece koyu renk bir pardösü ve çamura bulanmış botlar görünüyordu.
Deniz bir adım öne çıktı. “Sana son kez söylüyorum, kimsin?”

O an, kapı tamamen açıldı ve içeriye, yüzü gölgede kalmış bir adam girdi. Başını hafif yana eğerek, hiç acele etmeden konuştu:
“Burada konuşulmaması gereken şeyler konuşuluyor.”

Sesi öyle tanıdıktı ki, Eylül’ün tüyleri diken diken oldu. Bu ses, yıllar önce bir gece rüyasında duyduğu ama gerçeğe ait olduğundan emin olamadığı sesti.
Deniz, adamın yüzüne bakmaya çalıştı ama ışık öyle bir açıdan vuruyordu ki, gözleri seçilemiyordu.

Hüseyin zorla ayağa kalkmaya çalıştı. “Defol git buradan! Onlara bir şey yapamazsın!”
Adam başını eğdi, ince bir gülümseme belirip kayboldu.
“Yapmam da gerekmez. Çünkü korku, öldürmekten daha etkilidir.”

Sözleri havada asılı kalırken, cebinden küçük bir nesne çıkardı ve masanın üzerine bıraktı. Ardından geldiği gibi sessizce çıktı, sisin içine karıştı.

Eylül titreyerek masaya yaklaştı. Nesne, paslanmış bir düdüktü. Ama üzerinde, babasının adının baş harfleri kazılıydı.

Deniz, nefesini tuttu. “Bu… Ahmet’in mi?”
Eylül, cevap veremedi. Çünkü o an fark etti ki, bu adam sadece geçmişten gelen biri değildi… hâlâ onları izliyordu.

Eylül, parmağıyla düdüğe dokunduğunda titredi. Soğuk metal, sanki o geceyi hâlâ içinde saklıyordu. Üzerindeki kazıma, babasının baş harflerini barındırıyor, ama kim bırakmıştı bunu? Ve neden şimdi, tam da Cemil’in ortaya çıkmasıyla birlikte?

Deniz, Eylül’ün gözlerinde beliren kararlılığı gördü. “Bunu neden saklamış olursun ki?” diye fısıldadı.
Eylül başını salladı. “Bilmiyorum… ama babamın sesini duyduğum an bu düdükle başladı. Hatırlıyorum… o gece, depoda birisi düdüğü üfledi. Ve o ses, olayın seyrini değiştirdi. Babamın düşüşü, belki de düdüğün verdiği o ani dikkatle olmuştu.”

Hüseyin hâlâ şaşkın ve titreyerek konuşuyordu:
“Ahmet… o gece bana bir şey söyledi. ‘Eğer bir şey olursa, düdüğü bulacak ve her şeyi anlayacak.’ Ama ben… anlamadım. O zaman küçüktüm, korkmuştum.”

Eylül düdüğü eline aldı, hafifçe üfledi. Sanki geçmişin sessiz bir yankısı duyuluyordu; metalin içinden ince ama keskin bir uğultu geldi. Bir ses, fısıldar gibi:
“Gözlerini aç, Eylül…”

Deniz, Eylül’ün titreyen ellerini tuttu. “Ne duyuyorsun?”
Eylül gözlerini kapadı. “Babam… bana gösteriyor. O gece kimlerin, hangi sırların peşinde olduğunu.”

Hüseyin, yüzünü ellerinin arasına aldı. “Cemil’den bahsediyorum değil mi? O sadece tetikçiydi… ama arkasında bir ağ vardı. O ağ… hiçbir zaman görülmedi.”

Eylül nefesini derin çekti. İçinde bir kararlılık belirdi. Babasının ölümü, İbrahim’in itirafı ve şimdi düdükle gelen bu yeni ipuçları… her şey bir zincir gibi birbirine bağlıydı.

Deniz sessizce Eylül’e baktı. “Tamam, başlıyoruz. Bu kez sadece takip etmeyeceğiz. Her adımı biz kontrol edeceğiz.”

Eylül, düdüğü cebine koydu. “O gece, babamın ölümü bir kayıp değildi. Bir uyarıydı. Ve şimdi, o uyarıyı takip edeceğim. Cemil ve ağının tüm sırları ortaya çıkacak.”

Dışarıda sis hâlâ yoğun, köy sessizdi. Ama içeride, Eylül’ün kalbinde, geçmişin zincirleri bir bir çözülüyordu.


Eylül ve Deniz, Hüseyin’in köyünden ayrılırken, yağmurun artık durduğunu fark ettiler. Sis hâlâ yoğun, ama güneş yavaş yavaş bulutların arasından sızıyordu. Eylül cebinde düdüğü tutuyordu; her dokunuşta babasının sesini, o geceyi ve Hüseyin’in anlattıklarını hatırlıyordu.

“Düdük… sadece bir uyarı değil,” dedi Eylül. “Bize bir yol gösteriyor. Babamın ölümü tesadüf değil; ardında bir iz bırakmış. Bu iz, bizi Cemil’in ağına götürecek.”

Deniz arabayı yavaş sürdü. “Peki, ilk ipucumuz neresi?”
Eylül gözlerini ufka dikti. “Hüseyin, o gece depoda bir siluet gördü. O kişi sadece Cemil değil… onu birileri gönderdi. Bu iz, onların kim olduğunu gösterebilir. İlk durak, babamın çalıştığı eski iş ofisi.”

Ofis, şehir merkezinin kenarındaki harap binadaydı. Camları kırılmış, içi toz ve eski dosyalarla doluydu. Kapıyı araladıklarında, rüzgâr içeri girip sayfaları uçurdu. Eylül dikkatle dosyaları karıştırmaya başladı.

Bir dosya, diğerlerinden farklıydı. Üzerinde eski mühürler ve belirsiz yazılar vardı. İçinde ise bir liste: isimler, tarihleri ve bazı kodlar. Eylül sayfayı okurken tüyleri diken diken oldu.
“Bu… babamın son günlerinde kimlerle görüştüğünü gösteriyor. Ve… Cemil’in işlediği planın bir parçası olan kişiler de burada.”

Deniz başını salladı. “O zaman, düdük sadece başlangıçtı. Bu liste, Cemil’in ağına açılan kapı.”

Eylül derin bir nefes aldı. “Ve biz bu kapıdan içeri gireceğiz. Artık geriye dönüş yok.”

O an, binanın dış kapısından gelen metalik bir ses duyuldu. Eylül ve Deniz, birbirlerine baktılar. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Bir gölge, kapının kenarına geldi ve yavaşça göründü: genç bir adam, elinde siyah bir çanta, yüzünde endişe ve korku karışımı bir ifade.

Eylül adım attı. “Sen kimsin? Ve bu listede ne olduğunu biliyor musun?”
Adam titreyerek çantasını açtı. İçinde eski bir defter vardı; sayfaları sararmış, kenarları yıpranmıştı. “Bunu… bunu babanız bana bırakmıştı. Eğer bir gün başına bir şey gelirse… gerçekler ortaya çıkmalıydı.”

Deniz, Eylül’e bakarken fark etti: “Bütün işaretler burada. Babamın ölümü, düdük, bu defter… hepsi birbirine bağlı.”

Eylül defteri eline aldı. Sayfaları çevirdikçe, babasının ölümüne dair bilinmeyen bağlantılar, Cemil’in ağındaki gizli isimler ve şehrin içinde saklanan tehditler ortaya çıkıyordu. Her satır, geçmişin karanlık iplerini çözmek için bir anahtardı.

Ve o an, Eylül bir kez daha anladı: Babasının ölümü sadece bir başlangıçtı. Cemil’in ağı hâlâ aktifti ve onları bekliyordu. Ama bu kez, Eylül hazırdı; artık geçmişin gölgesinde kalmayacaktı.

Eylül, defteri sıkıca tutarken sayfaları tek tek incelemeye başladı. Her isim, her tarih, her kod bir harita gibi kafasında şekilleniyordu. Bu harita, Cemil’in yalnızca şehrin karanlık sokaklarında değil, üst düzey bağlantılarda da etkin olduğunu gösteriyordu.

“Bak Deniz,” dedi Eylül, parmağıyla bir satırı işaret ederek, “bu isimler sadece işçileri değil, onları yönlendirenleri de gösteriyor. Babamın ölümü, bu zincirin sadece en alt halkası.”

Deniz gözlerini kırpmadan defteri izledi. “O zaman, ilerlemek için bu kişileri tek tek bulmamız gerekiyor. Ama dikkatli olmalıyız. Bir adım yanlış atarsak, bu ağın farkına varırlar.”

Eylül başını salladı. “Biliyorum… ve biliyoruz. Ama artık geri dönüş yok.”

İlk ipucu, şehrin eski liman bölgesinde gizli bir depo adresiydi. Babasının defterine göre, Cemil’in ağı, buradan şehrin farklı bölgelerine talimatlar gönderiyordu. Eylül ve Deniz, arabaya binip limana doğru yola çıktılar. Yol boyunca sessiz oldular; yağmur durmuş, ama sis hâlâ yoğun bir perde gibi yolun üzerindeydi.

Depoya vardıklarında, çevredeki sessizlik dikkatlerini çekti. Binanın önündeki eski metal kapı, paslanmış ve neredeyse açılmaz durumdaydı. Eylül kapıya dokundu; parmak uçlarıyla paslı metalin soğuk dokusunu hissetti.
“İçerisi boş olabilir, ama ipuçları burada,” dedi.

Kapıyı açtıklarında, içerisi beklediklerinden de karanlıktı. Toz ve eski tahta kokusu havayı dolduruyordu. Eylül dikkatle etrafı taradı, Deniz arka kapıyı gözetliyordu.
İçeride bir masa, masanın üstünde ise notlar, defter parçaları ve bir harita vardı. Eylül haritayı inceledi; üzerinde bazı noktalar kırmızıyla işaretlenmişti.
“Bunlar… Cemil’in aktif bölgeleri. Burası sadece bir depo değil, planların merkezi,” dedi.

Tam o anda, depodan uzak bir köşeden sessiz bir ses duyuldu. Eylül ve Deniz anında harekete geçti. Gölge, rafların arasından hızla kayboldu. Eylül nefesini tutarak ilerledi, gözleri karanlıkta bir hareket arıyordu.

Deniz fısıldadı: “Biri buradaydı… ama kim?”
Eylül dudaklarını sıkıca kapadı. “Bilmiyorum… ama her hareketimiz gözleniyor olabilir.”

Masadaki defter parçalarını toplarken, Eylül bir satıra takıldı. Babasının el yazısıyla yazılmış bir not vardı:
“Gerçek, cesur olanın gözleriyle görülür. Korkunun ardına bak.”

Eylül, defteri eline alıp derin bir nefes aldı. “Babam bana yol gösteriyor. Şimdi bu ipuçlarını birleştirip Cemil’in ağını çözmek zorundayız. Artık geçmiş sadece bir gölge değil, karşımızda duran bir hedef.”

Deniz başını salladı. “O zaman başlıyoruz. İlk bağlantıları bulacağız ve herkesin gerçek yüzünü ortaya çıkaracağız.”

Sisli liman sabahı, artık bir savaş alanının başlangıcına dönmüştü. Eylül ve Deniz için bu, sadece Cemil’i bulmak değil, babasının ölümündeki sır perdesini tamamen aralamak anlamına geliyordu.

Liman, sabahın erken saatlerinde sessizdi; sadece martıların çığlıkları ve uzak vinçlerin metalik gıcırdamaları duyuluyordu. Eylül ve Deniz, eski depo kapısından çıkarken, gölgeyle dolu alanı dikkatle gözlemlediler. Sis hâlâ yoğun, ama bu durum onların dikkatini daha da artırıyordu.

Eylül, cebindeki defteri açtı. Haritada işaretli ilk nokta, limanın kuzey ucundaki eski bir ambar binasıydı. “Burası Cemil’in toplantı düzenlediği yerlerden biri olabilir,” dedi. Parmakları sayfalarda geziniyordu; her isim, her tarih bir rota çiziyordu zihninde.

Deniz, arabayı bir sokak geride durdurdu. “Yavaş ilerle, fark edilmemeliyiz,” dedi. Eylül başını salladı; gözleri dikkatle çevreyi tarıyordu. Sis, her adımı bir gizem perdesi gibi örtüyordu.

Ambar binasına vardıklarında, içeriden hafif bir ışık sızıyordu. Eylül duvar kenarına yaklaşırken, zemindeki çamur izlerini fark etti. Ayak izleri, birkaç kişinin bir araya geldiğini gösteriyordu. İzler birbirine karışmış, ama yönleri belli oluyordu.

“Bunlar yeni izler,” dedi Eylül, parmağıyla izleri takip ederek. “Gece geç saatlerde bırakılmış olmalı.”

Deniz kapıya yaklaşırken fısıldadı: “İçeri giriyoruz… dikkatli ol.”

Eylül ve Deniz, gölgeler arasında sessizce ilerlediler. Ambarın içinde, bir grup adam, masanın etrafında duruyordu. Ellerinde eski belgeler, defterler ve birkaç elektronik cihaz vardı. Sesleri kısık ama kararlıydı.

Eylül, masanın üstünde gördüğü belgelerden birinin babasının el yazısı olduğunu fark etti. “Babamın yazıları… bu adamlar onun ölümünden sonra plan yapmış,” dedi fısıldayarak.

Bir adam, siluetinden Cemil olduğunu anladılar. Gözleri keskin, hareketleri hızlıydı. “Plan hazır mı?” diye sordu, sesi sert ve emrediciydi.
Diğerleri başlarını salladı, belgeleri kontrol ederek notlar aldılar.

Eylül, Deniz’in kolunu sıktı. “Gördün mü? Bu… hepsi canlı kanıt. Cemil hâlâ her şeyi kontrol ediyor.”

Deniz başını salladı. “O zaman, belgeleri ve defterleri alıp çıkmalıyız. Ama nasıl?”

Eylül derin bir nefes aldı, kalbi hızla çarpıyordu. “Plan yapacağız. Ama önce neyin ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Her adım, bizi onun ağının merkezine yaklaştıracak.”

Tam o anda, ambarın diğer ucunda biri hareket etti. Gölgenin yönü, onları fark ettiğini gösteriyordu. Eylül ve Deniz, gölgeler arasında saklanırken, Cemil ve adamları fark etmeden belgeleri inceleyebilecekleri bir yol aradı.

Liman sabahı, sessiz ve puslu görünüyordu ama içeride patlayan gerilim, Eylül ve Deniz için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Babasının ölümü ve Cemil’in planları artık sadece geçmişin değil, şehrin her karanlık köşesini kapsayan bir savaşın işaretleriydi.


Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Meyveler bir krallık olsa, hangi meyve türü kral olurdu? Neden?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.