Dedemle birlikte Yusufeli'ne ikinci kez gittiğimizde Zühre'yi yazdan bu yana ilk kez semerci dükkanın önünden geçerken karşı kaldırımda görmüştüm...Zühre ve iki kişi karşı kaldırımda kumaş ve bez satılan bir dükkanının önünde bekliyorlardı... Zühre'nin beni görmediğini düşünüyordum ki birden bana doğru başını çevirdi. Bir süre bana baktığını hissettim. O an dünya üzerinde benden daha mutlu bir insan olduğunu fikri hiç mi hiç kabul etmedim.. İşte onu bir kez daha görmek mutluluğunun sanırım tarifi yoktu... Zühre'nin pembe yanakları soğuğun etkisiyle üşüyerek kızarmıştı. Öte yandan Zühre soğuktan başını öne eğerek gözlerini kısıyor ellerini pardösünün ceplerine bir şey arıyormuş gibi ovuşturuyordu. Zühre'nin başında bordo bir başörtüsü, yine bordo bir atkısı ve zeytuni bir renkte bir pardösüsü vardı...
Dedem bir aralık tanıdıklara selam verip ayak üstü kısa bir hal hatır soruyor ve kalabalık içinde ağır ağır ilerliyordu...
Zühre ise bizimle ters yönde annesi ve kendisinden birkaç yaş büyük bir kızla yürümeye devam ediyordu. Başımı çevirip onu bir kez daha görebilmek için dedemin biraz daha yavaş gitmesini beklerken, Zühre ve ailesi bizimle ayni yöne doğru yürümeye başladılar... Dedem, Zühre'nin ailesini tanıyordu ve onlarla Kaptan Hasan'ın Döner salonunun önünde yanana geldik... Dedem, Zühre'nin annesi ile bir süre sohbet etti. Ben de cesaretimi toplayıp :
-Merhaba Zühre! Nasılsın? Görüşmeyeli dedim. Zühre :
-İyiyim Tahir sen nasılsın? dedi.
Bu Zühre'yle ikinci konuşmam olmuştu... Gülen gözleriyle gülüşünün sonsuz iklimi Yusufeli'nin kar yağmış bembeyaz dağlarında zamana yenik düşen bir yolcu gibi beni yüreğimin orta yerinden yaralayıp, düşlerine çığ düşen bir uyku zedenin şaşkınlığına yol alıyordu...
"Tahir" dedi bir ara bana.. Bir tek Tahir sözü bana nenemin anlattığı hikayeler gibi geldi...Tahir okulu bitirince Cılavuz' da yer alan enstitüye gidecek misin yoksa gurbete gidip iş mi tutacaksın? Ya da köyde mi kalacaksın...? Bunlar hayatımda duyduğum en zor sorulardı. Ne cevap vereceğimi bilemeden bir süre sustum. Çoruh deli deli bir şeyler söyledi bir süre... Dağların karla kaplı yüzlerine bir sis çöktü... Tüm bunlar Zühre'ye cevap veremediğim süre içinde oldu... Cevap verecektim ki birden Irkimiz de sağ taraftan gelen bir at arabasının bize yaklaşmakta olduğunu gördüm. At arabası tüm hızla Zühre'ye doğru gelip çarpacakken birden onun ellerinden tutup öte yana doğru hamlede bulundum ve araç tam yanımızdan geçip giderken az sonra büyük bir ses işittik. Sanırım at arabası köprü girişinde bariyerlere çarpmış ve at ölmüş ve arabacı ise Çoruh'a düşüp boğularak olmuştu.
Zühre korkudan titremeye ve ağlamaya başlamıştı ki annesi ve ablası da az ötedeki renkli kumaşların olduğu yorgancıdan yola doğru seğirttiler. Kızının ağladığını gören annesi ve ablası da ağlamaya başladı. Zühre bir kaç yudum su içip kendine gelir gibi oldu ve annesine fısıltıyla bir şeyler söyledi. Zühre'nin annesi gelip bana sarıldı ve çokça dualar etti. Olay o kadar hızlı gelişmişti ki ne söyleyeceğimi bilemedim...
Zühre'yi ne zaman görsem her nasılsa bir olay çıkıyor ve bunun sonucunda Zühre'yi biraz daha bana yakınlaştırıyor ve nihayetinde adını koyamadığımız bir bağ oluşturuyordu...
Yusufeli' de o gün şunu anladım ki yaşayacak bir hayatım varsa bunun her anında Zühre vardı. Onu sadece görmek benim dünyama yeni doğan güneşin mutluluğu gibiydi...