Sabah güneşi kasabayı gri bir sis gibi kaplamıştı. Her şey olduğundan daha sessizdi. Sanki herkes bir şeyleri biliyor ama kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Eylül, ormanın derinliklerinden fabrikanın yıkık görüntüsüne bakarken içindeki öfke kabardı. Babasının ölümü bir kazayla açıklanamazdı. O adamlar, bu kasabanın gölgesinde büyüyen kirli bir geçmişi saklıyordu.
Kasabaya yürürken insanların bakışlarını fark etti. Yaşlı kadınlar fısıldaşıyor, gençler gözlerini kaçırıyordu. Eylül’ün kulağına bir cümle çalındı:
“O kız babasının yolunda, ama sonu Leyla gibi olacak.”
Eylül, babasının defterinde yazan bir adrese doğru gitti. Kasabanın en eski evi, taş duvarları ve kırık camlarıyla kasvetli bir hava yayıyordu. Defterdeki notta şunlar yazıyordu:
“Leyla’nın gerçeği bu evin duvarlarında.”
Kapıyı zorlayarak içeri girdi. Evin içi toz kokuyordu. Salonun duvarında bir tablo asılıydı. Tabloda gölün manzarası vardı, ama dikkatli bakınca tabloya gizlenmiş bir yazı fark etti:
“Arka duvarı kır.”
Eylül, tablonun arkasındaki duvara vurdu. Duvarın boş olduğunu fark edince, yerdeki eski bir çekiçle duvarı kırmaya başladı. Toz ve tuğla parçaları etrafa saçıldı. Duvarın arkasından küçük bir oda çıktı. Odanın içinde bir kutu vardı. Kutunun kapağında Leyla’nın fotoğrafı yapıştırılmıştı.
Kutunun içinden çıkan mektuplar Eylül’ün ellerini titretmeye yetti. Mektuplar Leyla’nın babasına yazdığı ama asla gönderemediği itiraflardı:
“Ahmet, beni kurtaracağını biliyorum, ama onlar çok güçlü. Kasabanın en zengin ailesi bu işin içinde. Eğer beni bulamazsan, onlar seni de susturacak.”
Eylül’ün gözleri doldu. Babası Leyla’yı sevmişti, onu korumaya çalışmış ama başaramamıştı. Şimdi Eylül’ün omuzlarına aynı yük binmişti.
Mektuplarda bir isim tekrar tekrar geçiyordu:
“Aslanbeyler.”
Kasabanın en zengin ailesiydi. Fabrikanın da sahipleriydi. Demek ki babasını susturanlar onlardı. Eylül, bu gerçeği ortaya çıkarmak için Aslanbeylerin malikanesine gitmeye karar verdi.
Malikane, gölün diğer ucunda, yüksek duvarlarla çevrili bir tepenin üzerinde yükseliyordu. Kapıya vardığında korumalar onu durdurdu.
“Ne istiyorsun?”
Eylül, korkusuzca konuştu:
“Leyla’nın ölümünü ve babamın katillerini arıyorum. Eğer kapıyı açmazsanız bu kasabanın kirli sırlarını herkese anlatırım.”
Korumalar şaşkınlıkla birbirine baktı. Bir süre sonra kapı açıldı ve içeriden orta yaşlı, takım elbiseli bir adam çıktı.
“Ben Aslan beylerden Fuat. Neyi bildiğini söyle bakalım, kızım.”
Eylül dişlerini sıkarak çantasındaki mektupları gösterdi. “Her şeyi biliyorum. Leyla’yı siz susturdunuz. Babamı da siz öldürdünüz.”
Adam gülümsedi.
“Baban çok şey gördü. Ama sen… henüz her şeyi bilmiyorsun.”
Fuat Bey Eylül’ü malikanenin içine davet etti. Geniş bir salonda oturduklarında adam derin bir nefes aldı.
“Baban… Ahmet Kaya. O sadece Leyla’yı korumak istemedi. O bizim ailemizin sırlarını ortaya çıkaracaktı. Leyla bizim kanımızdan biriydi, ama başka birine âşık oldu. Biz buna izin veremezdik.”
Eylül’ün gözleri doldu. “Leyla’yı siz mi öldürdünüz?”
Adam sessiz kaldı. Bu sessizlik her şeyden daha ağır bir cevaptı.
“Baban onu kurtarmaya çalıştı. Biz ona son bir şans verdik. Susturmasını istedik. Ama o geri adım atmadı. Ve sonuç ortada.”
Eylül’ün gözlerinden yaşlar süzüldü. “Baba…” diye fısıldadı.
O an Eylül’ün içinde bir ateş yandı. Bu adamları susturmak için daha büyük kanıtlar bulması gerektiğini biliyordu. Babasının kasette söylediği “fabrikanın bodrumu” cümlesi aklına geldi.
Gece yarısı, cesaretini toplayıp fabrikaya döndü. Elinde sadece babasının defteri ve bir fener vardı. Fabrikanın bodrumunda daha önce kazdığı alanın arkasında bir kapak daha fark etti. Bu kez kapağı kaldırdığında aşağıya doğru inen, eski bir mahzen buldu.
Mahzenin ortasında büyük bir tahta sandık vardı. Sandığı açtığında içinden Leyla’ya ait eşyalar, kanlı bir elbise ve eski bir kamera çıktı. Kamerayı çalıştırmaya çalıştı ve içindeki kaseti izledi.
Görüntülerde Leyla ve babası vardı. Babası ona “Kaçmamız lazım Leyla, seni burada bırakmayacağım,” diyordu. Ama kameranın son sahnesinde silahlı adamların baskını görünüyordu. Kamera yere düşüyor ve her şey karanlığa gömülüyordu.
Eylül o an babasının son anlarını gözünde canlandırdı. Ellerini yumruk yaptı. “Sizi bitireceğim,” dedi.
Eylül, kamerayı ve kaseti alıp fabrikadan çıkmaya çalıştı. Ama bu kez dışarıda iki siyah camlı araba vardı. Adamlar fabrikanın etrafını sarmıştı. “Orada! Kız kaseti aldı!” diye bağırıyorlardı.
Eylül arka pencereden ormana atladı. Peşinden koşan adamların ayak sesleri karanlıkta yankılanıyordu. Bir tepeye tırmanarak gölün diğer ucuna ulaşmaya çalıştı. Gölün kenarında eski bir kayık vardı. Kayığa atlayıp kürek çekmeye başladı.
Arkadan bir kurşun sesi geldi. Kayığın kenarına saplanan mermi su sıçrattı. Eylül korkuyla kürek çekmeye devam etti. Kalbi deli gibi çarpıyordu ama geri dönmedi. Kaseti güvenli bir yere ulaştırmalıydı.
Kayıkla gölün ortasına ulaştığında, suyun altından tuhaf bir ışık gördü. Babasının defterinde bahsettiği “gölün altındaki ev” aklına geldi.
“Baba, demek burası…”
Kayığı kıyıya çekti ve bir kez daha dalış yapmaya karar verdi. Evin alt katında daha önce görmediği bir kasa buldu. Kasa açıktı ve içinde yalnızca bir not vardı:
“Gerçek seni özgür bırakacak.”
Tam o sırada suyun yüzeyinde motor sesi duyuldu. Siyah camlı tekneler gölün ortasına geliyordu. Eylül hızla suyun yüzeyine çıkıp kaçmaya çalıştı.
Eylül geceyi ormanda saklanarak geçirdi. Kameradaki görüntüleri bir USB’ye kopyaladı. Eğer bir şey olursa bu kanıtları internet üzerinden yayımlayacaktı. Babasının intikamını alması için Aslanbey ailesinin gerçek yüzünü ortaya çıkarmalıydı.
Sabah olduğunda kasabanın merkezine gitti. Telefonunu çıkarıp kaseti ve mektupları canlı yayında paylaşmaya başladı. İnsanlar birer birer toplanıp dinlemeye başladı. Babasının sesi ve Leyla’nın korku dolu mektupları kasabada bomba etkisi yarattı.
Aslanbey ailesinin korumaları kalabalığın arasına girmeye çalıştı, ama insanlar onları durdurdu. Eylül, gözyaşları içinde bağırdı:
“Babamı öldürdüler! Leyla’yı susturdular! Artık herkes gerçeği bilmeli!”
O an kasabanın sessizliği bozuldu. İnsanlar yıllardır saklanan bu sırları öğrenince öfkelenmişti. Polisler kasabaya geldi, Aslanbeylerin malikanesi kuşatıldı.
Eylül, göl kenarında tek başına otururken babasının defterini kapattı. “Baba, başardım,” dedi gözyaşlarıyla. Ama biliyordu ki bu savaş henüz bitmemişti.
Çünkü göl hâlâ fısıldıyordu:
“Leyla’nın ruhu hâlâ huzursuz…”