Yüz yirmi dört bin peygamber geldi insanlık için,
Gökte yıldız gibi parlayan,
Yeryüzünde fırtına gibi esen…
Ama hâlâ düzelmediler, hâlâ aynıydı insan.
Habil ve Kabil’den beri
Kan aktı toprağa,
Kıskançlık, öfke ve hırs
İnsanın damarlarında dolaştı.
Biri masumdu, biri kinle yanıyordu,
Ve tarihin ilk çığlığı
Bugün hâlâ yankılanıyor göklerde.
Gökyüzü ağladı, yıldızlar sarsıldı,
Her peygamber geldiğinde yeryüzüne,
Ve her biri bir savaşçı gibi durdu karanlığın önünde.
Musa’nın eliyle dağlar titredi,
Kutsal taşlar yeryüzüne umut ekti.
İsa yürüdü, nuruyla karanlık kalpleri aydınlattı,
Muhammed geldi, hakikatle, nuruyla,
Ama insanlar hâlâ kör, hâlâ anlamadı.
Ey insan!
Habil gibi masum olanı kıskandın,
Kabil gibi öfkeye teslim oldun,
Ve binlerce yıldır aynı çarkı sürdün:
Kinle, nefretle, hırsla…
Her peygamber bir yıldızdı,
Ama sen hâlâ karanlıkta yürüyorsun.
Fırtınalar kopuyor, gökler deliniyor,
Her yıldız bir mesaj taşıyor,
Her yıldırım bir uyarı…
Ama sen, kulaklarını kapadın,
Ve hâlâ kendi gölgenle savaşıyorsun.
Her peygamber bir savaşçı,
Her söz bir kılıç,
Her mucize bir kalkan…
Ama insanlık hâlâ düşmanını seçiyor,
Ve kendi elleriyle dünyayı kan gölüne çeviriyor.
Ey insan!
Dünya dönüyor, zaman akıyor,
Ama sen hâlâ Habil ve Kabil’in çığlığını dinlemiyorsun.
Her gözyaşı bir ok,
Her kan damlası bir mesaj…
Ama sen hâlâ kör, hâlâ duymuyorsun.
Belki bir gün yıldızlar birleşecek,
Gökyüzü bir işaret olacak yüreğinde,
Ve o gün, kin yerine merhamet,
Hırs yerine sevgi gelecek…
O gün gelene kadar,
Yüz yirmi dört bin peygamber geldi,
Ama insan hâlâ düzelmedi, hâlâ karanlıkta yürüyor.
Ve işte o gün gelince,
Göklerin kapıları açılacak,
Yıldızlar dans edecek,
Fırtınalar duracak,
Ve insan, kendi karanlığını aşacak…
O zaman Habil ve Kabil’in hikayesi
Sadece bir ders olacak,
Ve dünya, bir kez daha ışığa kavuşacak.