Artık gece bitmişti.
Ağaçta uzanamadığı portakala,
Kadrajına alamadığı yıldızlara,
Güzel fotoğraflayamadığı dolunaya kırılmıyordu.
Kırıldığı daha ince şeyler vardı...
Ama aksilik işte, haberi yoktu kimsenin.
Yazacaktı...
Başka çaresi yoktu,
hiçbir zaman olmayacaktı..
Nasıl oluyorsa bu defa da üzülüyordu.
Bir insan üzülmekten bıkmaz mıydı ?
Ağlayan her çocuğun, ölen her bebeğin, okuyamadığı her kitabın, söyleyemediği her cümlenin acısını bu kadar hisseder miydi yüreğinde?
Babası teheccüd namazını bitirmiş olmalıydı.
Birazdan oturduğu balkondan kaldıracak, uyuması gerektiğini söyleyecekti. Belki de kızacaktı. O da sıkılmış olabilirdi kitaplarından. Gece yatarken odaya geldiğinde aynı masada aynı kişiyi görmek artık canını sıkıyor olabilirdi.
Ama tedbiri hazırdı. Babası ışığı kapatır da kalemi hâlâ satırlarını ışıtıyorsa hemen masa lambasını çıkaracaktı. Telefonun ışığını sevmiyor, masa lambası istiyordu. Kitap okuma ışığının kaybolmasını sadece masa lambası olması hafifletiyordu.
Yine saçma sapan yazmaya başlamış, bu sefer anaokulu çocuğu gibi başlamıştı. Portakala darılmaktan bahsediyor ötesine gidemiyordu. Yıldızları, dolunayı fotoğraflamak onun alanı değildi ama güzel şeylerdi bunlar. Senin için çektim der ve arkadaşına gönderirdi..
İçten içe kırılmış,
Saçma sapan yazmış,
Artık oluruna bırakmış bir şekilde uyumak istiyordu. Uykusunu kaçıran şeylerden, gece dinlediği şiirlerden, yazmaktan vazgeçmesi gerekiyordu. Ne tuhaf bunları bile yazarak planlıyordu. Zaten küçüklüğünden beri böyleydi. Kimsenin aklına gelmeyen şeyleri düşünür, onun için üzülürdü. Bebekliğini anlatan annesi "televizyonda havuza atlayan adamı gördüğünde; adam öldü diye saatlerce ağladığını söylerdi."
Neyse, o da biliyordu. Her zaman yazacak, her zaman şiir sevecek, okuyacak ama bu kalabalıklar arasında yalnız kalacaktı.
O da biliyordu bunu.
Ne tuhaf, bu sefer üzülmüyordu. Alışmıştı galiba. Evet evet, bunca yıldan o kadar kitaptan-defterden sonra kesinlikle alışmıştı.
Artık yalnızdı.
Yalın ve ıssızdı...