Yürüdüm.
Ağır adımlarla,sanki her bir taş altında bir mezar varmış da üstüne basmamaya çalışıyormuşum gibi.
O sokak artık bir kabristandı benim için;her anı, gömülmüş bir hatıra.
Rüzgâr,eski bir ağıt mırıldanıyordu kulaklarıma, senin adını fısıldayarak.
Balkona baktım.
Ve oradaydı işte.
Zamanın bizden çaldığı her şeyi avucunda tutan o küçük mucize.
Gözleri senin gözlerindi— o derin, o unutulmaz ışıltı.
Ama bakışı bambaşkaydı.Dünyayı henüz keşfetmemiş, henüz kırılmamış, henüz “keşke”lerle lekelenmemiş bir bakış.
Parmakları balkonun demirlerinde geziniyordu;senin parmaklarının izini aramıyordu, o izleri yeni bir dünyanın haritasına çeviriyordu.
Anlık bir sessizlik çöktü.
O da beni gördü.
Oyuncak el arabasını bıraktı,doğruldu.
Gözlerini bana dikti— merakla, saf bir yargısızlıkla.
“Sen kimsin?”diye soracak gibiydi.
“Ben senin annenin bir zamanlar sevdiği adamım,”diye mırıldanmak istedim, ama kelimeler boğazımda düğümlendi.
Onun yerine,sadece baktım.
O gözlerde senin geçmişini,bizim kaybolan geleceğimizi, onun masum “şimdi”sini gördüm.
Bir an,her şey durdu.
Zamanın çarkları gıcırdadı ve durdu.
Ben,senin dününden bir hayalet; o, senin yarınının canlı kanıtı.
Aramızda,balkonun demir parmaklıkları değil, koca bir ömür, koca bir kader vardı.
Sonra, ansızın, gülümsedi.
Öyle bir gülümseme ki,bütün hüznümü eritti, bütün pişmanlıklarımı havaya uçurdu.
Bir an için,sanki sen bana gülümsüyordun yeniden — tertemiz, hesapsız, katıksız.
Ama değildi.
O,senden doğmuş, ama senden ayrı bir varlıktı.
Bana baktı,gülümsedi ve sonra yeniden oyununa döndü, sanki ben sadece rüzgârın getirdiği bir yaprak, geçip giden bir gölgeydim.
Ve ben orada kaldım.
Sokakta,balkonun altında, bir anlık bakışmanın ağırlığıyla ezilmiş.
Onun gülümsemesi,senin bana verdiği son armağandı belki de.
Ve ben,o armağanı alıp, içimde saklayarak,
Sokağın sonuna doğru yürümeye devam ettim.
Arkamda,o çocuğun oyun sesleri, senin bana söylediğin son şarkı oldu.