Bir İnsan Gibi Atatürk
Saat dokuzu beş geçe duran her şeyin içinde hâlâ bir nefes var.
Belki bir yorgunluğun nefesi bu; bir ömrü, bir milleti, bir düşünceyi aynı anda taşımış bir kalbin son soluğu.
Biz hep onu kurucu, komutan, kurtarıcı olarak öğrendik. Ama ben bazen sadece “Mustafa”yı düşünüyorum — masasında yalnız oturan, herkesin geleceğini düşünen ama kimsenin onun yorgunluğunu bilmediği hâlini.
Bir insanın bir ulusun ağırlığını omuzlarında taşıması ne demektir, düşünürüm bazen.
Kaç gece uyumadan yazılar yazdı, kaç sabah ülkesinin ne olacağını hesapladı…
O anlarda ne hissetti, kimse tam bilemez.
Belki de en büyük yalnızlık, herkesin sana inandığı ama senin kimseye yükünü anlatamadığın andır.
Bütün ulusların tarihinde büyük adamlar vardır, ama çok azında bir insanın yalnızlığı bir ülkenin kaderine dönüşür.
Atatürk’ün en büyük mucizesi bana hep şu gelmiştir: kendini değil, fikrini ölümsüz kılmak.
O, bir kahramandan çok bir düşünceydi.
Ve düşünceler, bedenlerden daha uzun yaşar.
Ben onu anarken nutuklardan değil, sessizliklerden geçerim.
Yaptığı her şeyin ardında insan kalışını görürüm — bir tebessümde, bir el hareketinde, bir satır arasında.
Bir ülke kurmak kolay değildir, ama bazen bir cümleyle bir yüzyılı değiştirebilirsin.
O, o cümleleri kurdu. Biz hâlâ içinde yaşıyoruz.
Ve belki de onu anlamanın en sade yolu şudur:
Bir lideri sevmek değil, bir insanın kalbine inanmak.
Ben Atatürk’ü bu yüzden seviyorum.
Çünkü o, hepimizin içindeki en iyi ihtimali bir ömre sığdırdı.
Unutmak kolaydır,
ama bazı insanlar kolay olanı bize yakıştıramaz.
Onlar gider, ama düşünceleri kalır
sessiz, güçlü, zamana meydan okurcasına.