Gözlerimi açtığımda, tavandan sarkan donuk bir ışığın, tam da masaya odaklandığını fark ettim. Işık… fazla beyaz, fazla yapaydı. Sanki gün ışığını taklit etmeye çalışan ama bir türlü beceremeyen eski bir teknoloji gibi. Odanın geri kalanı, gölgelerle bölünmüş gri duvarlarla çevriliydi. Işığın erişemediği yerler, bilerek karanlık bırakılmış gibiydi — bir şeyi gizlemiyor, aksine orada hiçbir şey olmadığını hatırlatıyordu.
Yavaşça doğruldum. Yatak sertti. Metal bir iskeletin üzerine atılmış, ince, hastane örtüsünü andıran gri bir şilte. Yatağın hemen yanı başında sabitlenmiş bir sandalye vardı, bir de ağır görünümlü çalışma masası. Odanın sol arka köşesinde göze çarpmayacak kadar sade bir lavabo, yanında ise içeri gömülü metal bir tuvalet haznesi duruyordu. Her şey soğuk, verimli ve kişiliksizdi.
Ama en çok ışık rahatsız ediciydi. Sadece masa üstünü aydınlatan o tek kaynak. Tavana zincirle asılmış gibi duran, başıboş bir ampul değildi bu. Daha çok, yukarıdaki bir mekanizmadan aşağıya yönlendirilmiş sabit bir projektör gibi. Başımı çevirdiğimde fark ettim — ışık sabitti ama hafifçe titriyordu. Tıpkı bir nabız gibi. Ya da zihnimin titrek bir anısı gibi.
Masaya doğru birkaç adım attım. Üzerinde dağınık hâlde duran notlar, çizimler ve sararmış bir gazete kupürü vardı. Elime aldığım ilk not, yazılmış bir uyarı ya da bir kayıt gibiydi:
“Yüzeyde yaşam sona erdi. Sular kıtaları yuttu. Ay hâlâ doğuyor. Güneş hâlâ batıyor. Ama biz, derinliğin içinde sıkışıp kaldık.”
Bir diğerinde:
“Gökyüzüyle bağlantımız, sadece en tepedekilerin ayrıcalığı. Alt katlar karanlık. Işık, artık statüyle ölçülüyor.”
Nefesimi tuttum. Bu bir günlük müydü? Uyarı mı? Kimin eliyle yazılmıştı bu sözcükler? Yoksa… benim mi?
Gazete kupürünü çevirdim. Yanmış kenarları, geçmişe dair bir aceleyle saklanmak istenmiş gibiydi. Manşet, silik ama belirgindi:
“Pharos I: Yeni İnsanlığın Son Umudu”
Altında küçük bir cümle daha:
“Deniz fenerinden daha fazlası…”
“Pharos I…” dudaklarımın arasından döküldü. Boğuk, unutulmuş bir ezgi gibi. Bu isim… tanıdık mıydı?
Tam o anda, dikkatimi başka bir şey çekti. Odanın sağ alt köşesinde, neredeyse gözle fark edilmeyen ince bir çizgi. Yakından bakınca bir kapak olduğu anlaşılabiliyordu. Duvarla bütünleşmiş, belli ki mekanik bir sistemin parçasıydı.
Elimi usulca uzattım, duvara dayadım. Parmaklarım yavaşça o çizginin üzerinden kaydı. Ve bir ses…
Fısıltı kadar hafif ama oradaydı.
İşte o zaman fark ettim. Oda, aslında sessiz değildi.
Çok derinlerden gelen… bastırılmış bir uğultu vardı. Suyun döngüsel sesi, sanki bir fanusun dışından kulağıma çarpıyordu. Ama o sesin içinde başka bir şey daha gizliydi…
Vuuuumm… Vuuuumm…
Kesinlikle bir döngü. Bir mekanizmanın ağır ağır dönüşü. Metalin, boşlukta yaptığı dairesel bir çağrı. Deniz fenerinin tepesinde dönen ışığın sesi. Dalgaların ağır baskısıyla birleşince ortaya tuhaf bir fon sesi çıkıyordu. Ne melodik, ne mekanik. Ne tehditkâr, ne huzur verici. Sadece… oradaydı. Hep vardı.
Ve sanki bana bir şey söylüyordu:
"Yalnızsın. Ama gözleniyorsun."
O an anladım. Ne bir saat vardı bu odada, ne pencere. Zaman bile burada devre dışıydı. Oysa ışık titriyordu. Ses yankılanıyordu. Duvarlar konuşmuyordu ama duyuluyorlardı.
Beni burada bırakanlar vardı. Ve hâlâ izliyorlardı.
Bir gerçek kalıyordu geriye. Tek bir yalın gerçek:
Bu odada yalnızdım.
Ama tamamen terk edilmiş değildim.