Doldurulması gereken bir boşluk mu, yoksa öylece boş mu kalmalı?
İnsan bazen sadece “boşluktayım” der. O kadar. Tarif bile edemez.
Boşluk, yönsüzlük demektir. Karanlık bir evrende, ne düşüldüğü belli olan bir zemin vardır, ne de oraya varmak mümkün olur.
Düşüyorsun.
Yüksek bir binanın en tepesinden…
Az sonra öleceğini biliyorsun.
Ama o birkaç saniye—belki de birkaç sonsuzluk—sana bir ömür kadar uzun geliyor.
Tüm hatıraların zihnine üşüşüyor.
Ait olduğun yerleri, dokunduğun elleri, bulamadığın huzuru, sevilmeyen yanlarını…
Hepsi tek tek çıkıyor karşına.
Bir ara annen geliyor aklına.
Sana sarıldığı bir an.
Güvendesin. Sıcaksın.
Ama o an sadece bir görüntü. Gerçek değil.
Ve sen hâlâ düşüyorsun.
Ait olmadığın bir hayatın içinde, kaçtığın bir sonu bekliyorsun.
Ama dibe vurmuyorsun.
Düşüyorsun,
düşüyorsun,
düşüyorsun…
Dibin yok.
Oysa insan dibe vurunca dağılırdı. Yıkılırdı.
Ağlardı.
Ama hiç olmazsa biterdi.
Seninki bitmiyor.
Boşluğun sonu gelmiyor.
Ve sen sadece bitmesini istiyorsun.
Düşünmemek için. Hatırlamamak için.
Unutmak için.
Peki bu boşluk nasıl başladı?
Bir suç gibi değil, bir tortu gibi çöktü içine.
İçini doldurmayan hayatlar,
Yarım bırakılmış hayaller,
Asla sevemeyeceğin insanlar,
Yasak aşkların içindeki suskunluklar…
Hepsi birleşti, döndü dolaştı, seni içine çeken dev bir boşluk yarattı.
Ta taaa! Lanetlendin.
Bu senin sonsuz düşüşün.
Ölmek bir kurtuluş gibi.
Ama lanetliler için ölüm bile lüks.
Sen ölmeyeceksin.
Henüz değil.
Belki hiç değil.
Çünkü bu düşüş sonsuz.
Çünkü bu boşluk…
Senden yapılmış.