Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
DÖRT KALBİN SIRRI - Sözümoki
25 Eylül 2025, Perşembe 21:27 · 3 Okunma

DÖRT KALBİN SIRRI


Dört kız, küçüklükten beri ayrılmaz bir dostluğun halkalarıydı: Şeyma Nur , Beyza Nur , Sefa Nur ve Emine. Hepsi farklı karakterlere sahipti ama bu farklılıklar onları birbirine daha da sıkı bağlamıştı. Sefa Nur, grubun lideri gibiydi; gözü pek, biraz da asi ruhluydu. Şeyma Nur daha sakin, düşünceli, kitaplara sığınan bir yapısı vardı. Beyza Nur hep gülen, eğlenceli, espriyle korkuyu örten biriydi. Emine ise içlerinde en meraklı olanıydı; bilinmeyene karşı korku yerine heyecan duyardı.
Bir yaz akşamı, sahilde yürürlerken Emine' nin gözüne, kumların arasında yarısı gömülü eski bir pusula takıldı. Paslanmış, neredeyse çalışmıyor gibiydi ama ortasında garip bir sembol vardı: dalgaların ortasında parlayan bir göz. Emine pusulayı eline aldığında, diğer üçü de merakla yanına geldi. Sefa Nur, “Bunun denizcilerden kalma bir şey olduğu belli ama bu sembol… çok farklı.” dedi. Şeyma Nur, pusulanın altını çevirince arkasında kazılı bir yazı gördüler:
“Kaybolan haritanın yolunu bul.”
O andan sonra, hayatlarının sıradan bir yaz tatili olmaktan çıkacağını hiçbiri bilmiyordu. Pusula, sanki kendi kendine hareket ediyor gibiydi. Onu çevirdiklerinde hep aynı yöne, kasabanın dışında kalan eski ormana doğru işaret ediyordu. Emine, gözleri parlayarak, “Bu bir işaret olmalı! Belki de saklı bir hazine vardır.” dedi. Beyza Nur, hemen kahkaha atıp “Biz kim, define avı kim?” diye dalga geçti. Ama pusulanın gizemi hepini içine çekmişti. Sefa Nur, kararlı bir sesle, “Denemeden bilemeyiz. Hem yıllardır burada yaşıyoruz, hiç kimse şu ormanı tam keşfetmedi. Belki de hayatımızın macerası orada.” dedi.
Ertesi gün dört arkadaş, yanlarına fener, biraz yiyecek, not defteri ve eski bir harita alarak ormana doğru yola çıktılar. Ormanın içine girdiklerinde hava aniden serinledi, ağaçların dalları birbirine dolanmış, gökyüzünü neredeyse tamamen kapatmıştı. Her adımda pusula titriyor, iğnesi deli gibi aynı noktayı gösteriyordu. Saatlerce yürüdüler. Kuş sesleri arasında aniden derinlerden gelen uğultu gibi bir ses duyuldu. Şeyma Nur ürkerek “Siz de duydunuz mu?” dedi. Emine heyecanla başını salladı. Ses, sanki yerin altından geliyordu. Pusula da aynı anda titremeye başlamıştı. Onlar ilerledikçe ormanın içinde gizlenmiş taşlardan yapılma devasa bir kapıya rastladılar. Üzerinde aynı sembol kazılıydı: dalgaların ortasındaki göz.
Kapının ortasında küçük bir yuva vardı, tam pusulanın oturabileceği büyüklükte. Emine hiç düşünmeden pusulayı oraya yerleştirdi. Taş kapı ağır ağır titreyerek açıldı ve içeriden buz gibi bir hava yayıldı. Önlerinde yerin altına inen taş merdivenler belirdi. Sefa Nur derin bir nefes alarak, “Buraya kadar geldik. Dönmek yok.” dedi. Beyza Nur gülmeye çalışsa da sesinde titrek bir endişe vardı. Şeyma Nur, defterine hızlıca bir şeyler yazdı: “Belki de bu, bizim hikâyemiz olacak.” Merdivenlerden indiklerinde kendilerini devasa bir yeraltı mağarasında buldular. Tavanı sarkan taşlarla kaplıydı, duvarlarda eski işaretler vardı. En ortada ise yarısı göle batmış kocaman bir taş sütun yükseliyordu. Sütunun üzerinde eski bir sandık görünüyordu ama gölün suları garip bir şekilde kıpırdanıyordu, sanki yaşayan bir şey varmış gibi. Emine fısıldadı: “Sanırım kaybolan hazine bu…” Ama Sefa Nur gözlerini kısarak göle baktı. Su aniden dalgalandı, siyah bir gölge yüzeye yaklaştı. Onlar yaklaşırken, dört kız hayatlarında ilk defa gerçekten korkunun ve cesaretin sınırına gelmişti…
Kızlar gölün kıyısında birbirine sokulmuş, gözlerini suyun içindeki gölgeye dikmişti. Sessizlik o kadar ağırdı ki, kalp atışları bile yankı yapıyor gibiydi. Derken gölün ortasında, sütunun dibinde kabarcıklar yükselmeye başladı. Beyza Nur, korkudan istemsiz bir kahkaha patlattı:
“Şaka falan değil di mi bu? Biri bize kamera şakası yapmıyor?”
Ama kimse cevap vermedi. Birdenbire sudan çıkan devasa bir yaratığın gözleri parladı. İnsan gözlerine benziyordu ama simsiyah, boşluk gibi derin… Emine korkuyla geriledi, ama Sefa Nur geri adım atmadı. “Ne olursa olsun buraya boşuna getirilmedik.” dedi, sesi titrek ama kararlıydı.
Yaratık tamamen suyun üzerine çıkmadı; yalnızca gözleri ve uzun, yılanı andıran gövdesi görünüyordu. Sanki onları izliyor, tartıyordu. O sırada pusula, taş kapıdan kendiliğinden çıkıp yere düştü. İğnesi deli gibi dönmeye başladı ve aniden durdu: tam yaratığın gözlerine doğru işaret ediyordu. Şeyma Nur kısık sesle, “Bu bir yol gösterici değil bir anahtar.” dedi. Defterini karıştırıp eski işaretleri karşılaştırdı. “Burada yazıyor… ‘Cesaretini göze sun, yol sana açılacak.’”
“Cesaretini göze sunmak da ne demek?” diye sordu Beyza Nur. Sefa Nur gözlerini yaratığa dikti. “Bence korkularımızla yüzleşmemiz gerekiyor.”
Emine elini pusulaya uzattı. Tam o anda gölden çıkan bir su dalgası onu geriye savurdu. Su, normal bir dalga gibi değildi; sanki bilinçli hareket ediyordu. Şeyma Nur, Emine'yi kolundan çekip ayağa kaldırdı. Göz göze geldiler: korku ile azim birbirine karışmıştı.
“Ya hep ya hiç.” dedi Sefa Nur. Pusulayı aldı ve titreyen elleriyle yaratığın gözlerine doğru kaldırdı. Aniden pusulanın ortasındaki sembol parladı, mağara altüst oldu. Taş sütunun üzerindeki sandık yavaş yavaş açıldı. İçinden altınlar ya da mücevherler çıkmadı; yalnızca eski, deri ciltli bir defter vardı. Beyza Nur ağzını açtı: “Onca şamata için bu mu? Defter mi?” Ama Şeyma Nur titreyerek defteri aldı. Sayfaları çevirdiğinde garip semboller, haritalar ve eski bir dilde yazılmış cümleler gördü. Bir sayfanın köşesinde Türkçe bir not vardı:
“İlk anahtarı bulan, yolun yalnızca başlangıcını görür.”
O an mağara yeniden sarsıldı. Yaratık, defteri gördükten sonra geri çekildi, gölün derinliklerine doğru kayboldu. Sular sakinleşti, ama taş merdivenlerin arkasındaki kapı kapanmaya başladı. Sefa Nur bağırdı:
“Çabuk! Defteri al ve koş!”
Dört kız ellerindeki tek ipucu olan defterle merdivenlerden yukarı fırladılar. Kapı kapanmadan dışarı çıktıklarında, ormanın karanlığında derin bir sessizlik hâkimdi. Sanki az önce yaşadıkları şey hiç olmamış gibiydi.
Ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
O geceden sonra defter, hayatlarının merkezine oturdu. İçinde işaretler, bilinmeyen yerlerin haritaları ve çözülememiş bulmacalar vardı. Hepsi tek bir şeye işaret ediyordu: yıllar önce kaybolan bir keşif ekibi. Deftere göre bu ekip, dünya üzerinde saklı tutulmuş bir sırra ulaşmaya çalışmıştı. Ama yarım kalmıştı. Ve şimdi sıra kızlardaydı.
Emine heyecanla defterin sayfalarına bakarak, “Bu bizim kaderimiz. Belki de onlar yapamadı ama biz yapacağız.” dedi. Şeyma Nur biraz endişeyle ekledi: “Ama ya başaramazsak? Ya onların başına gelen bizim de başımıza gelirse?” Beyza Nur , korkusunu gizlemek için gülümsedi: “O zaman en azından hayatımız sıkıcı olmaz.”
Sefa Nur ise gözlerini uzaklara dikti. “Ne olursa olsun, artık geri dönemeyiz. Yol açıldı.”
Defterin ilk sayfasındaki harita, onları kasabanın dışındaki dağlara götürüyordu. Önlerinde uzun, tehlikeli ama unutulmaz bir macera başlamıştı. Dostlukları artık sadece gülüp eğlenmekten ibaret olmayacak, hayatları pahasına birbirlerine güvenmeyi öğreneceklerdi.
Çünkü bu yol, yalnızca bir hazine avı değil, dört arkadaşın gerçek yüzünü ortaya çıkaracak bir sınavdı.
Kızlar, pusulanın ve defterin açtığı gizemli yolun sadece başlangıç olduğunu biliyorlardı. Günlerce defteri incelediler. Sayfalarda dağların içinde kaybolmuş geçitlerden, harabelerden ve tuhaf sembollerden bahsediliyordu. Bir sayfada ise dört simge vardı: bir ateş, bir dalga, bir rüzgâr ve bir taş… Şeyma Nur defteri incelerken mırıldandı: “Bunlar dört element. Ateş, su, hava, toprak.” Beyza Nur hemen güldü:
“Yani şimdi biz element bükücüler miyiz? Avatar falan?”
Ama Sefa Nur ciddiyetle başını salladı. “Hayır, bu bir şaka değil. Bence defter, bizi sınayacak şeylerden bahsediyor. Belki de her birimiz bir elementle sınanacağız.”
Emine gözleri parıldayarak ekledi:
“O zaman vakit kaybetmeden gitmeliyiz. Defterdeki ilk işaret, kuzeydeki dağların içinde gizli bir geçide işaret ediyor.” Yola koyulmaları kolay olmadı. Çevredekilere “dağa çıkacağız” deseler kimse inanmazdı. O yüzden ailelerine küçük bahaneler uydurup sırt çantalarını hazırladılar. Fener, ip, biraz yiyecek, su ve defter. Sefa Nur, pusulayı da boynuna asmıştı. Kasabadan uzaklaşıp dağ yoluna vardıklarında hava değişmişti. Gökyüzü kurşuni bulutlarla kaplanmış, rüzgâr uğuldamaya başlamıştı. Yol boyunca Beyza Nur sürekli espri yaparak korkusunu bastırmaya çalışıyordu.
“Yani kızlar, başımıza bir şey gelirse, en azından Netflix dizisine malzeme çıkarız.”
Ama geceleri kamp ateşi başında herkesin yüzündeki ciddiyet gizlenemiyordu. O ateşin etrafında otururken Sefa Nur söze girdi: “Biliyor musunuz, ben hep böyle bir şey aradım. Hayatın sıradanlığından kurtulacak bir macera. Ama şimdi burada, sizinle birlikte olmasaydım… tek başıma asla cesaret edemezdim.” Şeyma Nur usulca başını salladı. “Ben de ama içimde kötü bir his var. Sanki bizi izleyen biri var.” Emine kahkaha attı. “Belki de gölün içindeki yaratık takip ediyordur.” Ama bu espri bile Şeyma Nur'un içindeki huzursuzluğu dağıtmadı. Üçüncü gün dağın eteklerine vardıklarında defterdeki işaretlerin aynısını gördüler: kayalara kazınmış eski semboller. Pusula titreyerek önlerini işaret ediyordu. Kayanın altına gizlenmiş dar bir geçit buldular. İçeri girdiklerinde, hava birden soğudu. Duvarlarda nemli yosunlar, yerlerde kırık taş parçaları vardı. Geçidin sonunda büyük bir oda açılıyordu. Ortada yuvarlak bir taş masa ve masanın üzerinde dört küçük çukur vardı. Defterdeki dört elementin işareti bu çukurların etrafına kazınmıştı. Şeyma Nur heyecanla defteri açtı: “Dört yol, dört kalp. Her biri kendi korkusunu aşmadan yol açılmaz.”
O anda taş masanın etrafında bir ışık belirdi. Çukurların içinden duman, su damlaları, rüzgâr uğultusu ve kıvılcımlar yükselmeye başladı. Derya büyülenmiş gibi fısıldadı:
“Sanırım bu bizim sınavımız…” Ve her şey bir anda değişti.
Beyza Nur kendini aniden yanmakta olan bir ormanın içinde buldu. Duman boğazına doluyor, alevler hızla etrafını sarıyordu. Korkuyla bağırdı ama kimse cevap vermedi. İçindeki panikle yere çöktü. O an aklına arkadaşları geldi: “Onlar için güçlü olmalıyım.” Ayağa kalktı, derin bir nefes aldı ve ateşin ortasından geçti. Bir adım attığında gözlerini açtı, taş odadaydı. Çukurun içindeki ateş sembolü parlıyordu. Aynı anda Şeyma Nur'un etrafında sular yükseldi. Bir gölün ortasında, yalnız bir kayığın içindeydi. Su giderek kabarıyor, kayığı yutmaya çalışıyordu. Nefesi daraldı, boğulma korkusu gözlerini kapladı. Ama defterde okuduklarını hatırladı: “Cesaretini göze sun.” Gözlerini açıp dalgalara karşı dimdik durdu. Su aniden sakinleşti. Tekrar odaya döndüğünde su sembolü ışıldıyordu. Emine'nin karşısına ise simsiyah bir uçurum çıktı. Rüzgâr öyle sert esiyordu ki, ayakta zor duruyordu. Uçurumun öteki ucunda arkadaşlarının siluetini gördü. Kalbi deli gibi atıyordu. “Ya düşersem?” diye düşündü. Ama sonra kendi kendine gülümseyip “Hayat zaten hep düşmek değil mi? Önemli olan kalkabilmek.” dedi. Gözlerini kapadı, bir adım attı… ve kendini taş odada buldu. Rüzgâr sembolü parlıyordu. Sefa Nur'un sınavı daha da zordu. Önünde koca bir mağara vardı. İçeriden devasa adımların sesi geliyordu. Kalbi deli gibi atıyordu ama asla geri dönmedi. Mağaraya girdiğinde karşısına koca bir taş canavar çıktı. Gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu. Sefa Nur derin bir nefes aldı, yumruklarını sıktı ve haykırdı: “Ben korkumu taşımıyorum, onunla yüzleşiyorum!” Bir adım attı, canavar bir anda taşa dönüştü ve parçalandı. Sefa Nur gözlerini açtığında odadaydı, toprak sembolü ışıldıyordu.
Dört element tamamlandığında taş masa titremeye başladı. Odanın ortasında gizli bir kapı açıldı. Kapının ardında karanlık, bilinmeyen bir yol uzanıyordu.
Beyza Nur derin bir nefes aldı. “Sanırım… asıl macera şimdi başlıyor.”
Ve dört kız, hiç bilmedikleri bir dünyanın kapısından birlikte adım attılar.

Karanlık geçitten adım attıklarında, ilk hissettikleri şey havanın ağırlığı oldu. Sanki taş odadan değil, başka bir dünyadan geçiyorlardı. Duvarlar parlayan kristallerle doluydu. Bu ışıklar hem yollarını aydınlatıyor hem de tuhaf bir melodi yayıyordu; sanki taşların içinden birileri fısıldıyordu. Şeyma Nur ürpererek mırıldandı:
“Burası… yaşayan bir yer gibi.”
Emine büyülenmiş halde duvarlara dokundu. “Belki de öyledir. Belki bu taşların hafızası vardır.”
İlerledikçe yol genişledi ve karşılarına devasa bir mağara çıktı. Ortada göğe kadar uzanan bir taş sütun vardı, üzerinde dev bir sembol kazınmıştı: dört elementi birleştiren dairesel bir işaret. Ama sembolün ortası kırılmıştı, sanki bir parça eksikti. Sefa Nur pusulayı çıkardı, iğnesi deli gibi titriyordu. Sanki bir şeyi bulmaya çalışıyordu ama yönünü kaybetmiş gibiydi. Tam o sırada defterin sayfaları kendi kendine açıldı. Yeni bir yazı belirdi:
“İlk sınavı geçenler, kaybolan parçayı bulmadan yolu tamamlayamaz. Dört kalbin gücü tek olmalı.” Beyza Nur alnını tuttu. “Harika! Yani şimdi koca bir dağın içinde puzzle mı çözeceğiz?” Ama sesi titriyordu; şaka yapmaya çalışsa da korkusu yüzünden okunuyordu.
Birden mağaranın derinliklerinden yankılanan bir ses duyuldu. Ne insan sesine ne de hayvan sesine benziyordu. Boğuk, eski, sanki taşların arasından gelen bir fısıltı:
“Cesaret ettiniz… ama bedelini ödemeden ilerleyemezsiniz.” Kızların hepsi dondu kaldı. Ses devam etti: “Her elementin sınavını geçtiniz, ama kalbiniz hâlâ parçalı. Eksik olanı bulmazsanız… yol sonsuza dek kapalı kalacak.” Şeyma Nur titreyerek defteri sımsıkı tuttu. “Eksik parça, peki nerede?” Bir anda zemin sarsıldı. Mağaranın kenarındaki taşlar yarıldı ve yerin altından karanlık yaratıklar yükselmeye başladı. İnsan boyunda ama gölgelerden oluşmuş gibiydiler; gözlerinde sadece kızıl bir parıltı vardı. Her adımda daha da çoğaldılar.
Sefa Nur, pusulayı elinde sıkıca tutarak bağırdı:
“Koş!” Kızlar mağaranın derinliklerine doğru kaçtı. Kristallerin ışıkları yol gösteriyor gibiydi. Ama yaratıkların uğultusu arkalarından gitgide yaklaşıyordu. Beyza Nur nefes nefese kaldığında bir an tökezledi, neredeyse düşecekti. Emine onu kollarından tutup çekti. “Bırakmam seni!” dedi kararlı bir sesle. Koşu, onları ikinci bir odaya getirdi. Bu oda daha küçüktü ama ortasında parlak, gökyüzüne benzeyen bir taş vardı. Taşın yüzeyinde dört kızın yansımaları göründü. Ama yansımalar farklıydı: Sefa Nur'un ki korkak, Şeyma Nur'un ki öfkeli, Emine'nin ki bencil, Beyza Nur'un ise umutsuz görünüyordu.
Şeyma Nur irkilerek fısıldadı: “Bu biz değiliz, ya da belki içimizde sakladığımız yüzler.”
Defterin kenarında yazı belirdi: “Gerçek güç, birbirine körü körüne güvenmek değildir. Her biri kendi karanlığını kabul etmeden, yol birleşmez.” Bir an sessizlik oldu. Sonra Sefa Nur, kendi yansımasının gözlerine baktı. Hep güçlü, cesur görünmeye çalışmıştı ama derinlerde korktuğunu kabul etti. “Ben korkuyorum.” dedi, sesi çatallandı. “Ama bunu sakladıkça daha da ağır oluyor.” Şeyma Nur yansımasına dönerek, “Bazen öfkem beni yönetiyor. O yüzden geri duruyorum ama kabul ediyorum.” dedi. Emine başını eğdi. “Merakım yüzünden hep herkesi sürüklüyorum. Bencilce davranıyorum. Kabul ediyorum.” Beyza Nur'un gözlerinden yaş süzüldü. “Benim maskem gülmek. Ama içimde bazen inanılmaz bir boşluk var… kabul ediyorum.” O an taş parladı. Yansımalar birleşti ve eksik sembol tamamlandı. Ortadan küçük, parlayan bir kristal çıktı. Pusula hemen o kristale yöneldi, titremesi durdu. Ama mağara yeniden sarsılmaya başladı. Uğultular, çığlıklar, yaratıkların hırıltısı her yeri sardı. Sefa Nur kristali kaptı, pusulaya yerleştirdi. Pusula birden ışıldadı, mağaranın ortasındaki kırık sembol tamamlandı ve dev bir kapı açıldı. Arkasında, sonsuz gibi uzanan bir köprü vardı. Köprü, boşluğun üzerinde asılıydı; altında ne olduğu görünmüyordu, sadece sonsuz bir karanlık. Beyza Nur titreyerek gülümsedi. “Kızlar sanırım şimdi gerçekten hayatımızın dizisi başlıyor.” Dört kız, birbirinin elini tutarak köprüye adım attı. Arkalarında karanlık yaratıklar yaklaşırken, önlerinde bilinmeyen bir dünyanın ışığı onları çağırıyordu…
Kızlar köprüden geçtikçe etraflarındaki karanlık yavaş yavaş dağılmaya başladı. Gökyüzü bir anda mor ve altın tonlarına büründü. Sanki gün batımıyla şafak aynı anda yaşanıyordu. Altlarında karanlık uçurum kayboldu, yerini uçsuz bucaksız bir vadiye bıraktı. Vadinin ortasında parlayan bir şehir vardı: kristallerden yapılmış gibi ışıldayan kuleler, havada süzülen köprüler, suyun üzerinde yürüyen yollar… Emine nefesini tutarak fısıldadı:
“Burası… başka bir dünya.” Şeyma Nur'un elleri titredi. “Bu şehir… haritalarda yok. Hiçbir kitapta okumadım. Sanki… masallar gerçek olmuş.” Şehrin kapısına vardıklarında kristalden yapılmış dev kapılar yavaşça açıldı. İçeriden ışık saçan figürler çıktı. İnsan formundaydılar ama bedenleri yarı saydamdı, sanki hem burada hem başka bir yerdeydiler. Gözlerinde derin bir bilgelik vardı.
En önde duran figür konuştu: “Uzun zaman sonra ilk kez kapıyı geçebilenler sizsiniz.” Sefa Nur cesurca bir adım attı. “Biz sadece yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Kim olduğunuzu bile bilmiyoruz.” Figür gülümsedi. “Biz Koruyucularız. Bin yıllardır bu dünyanın sırlarını saklıyoruz. Elinizdeki defter ve pusula, kaybolmuş yolun anahtarlarıdır. Ama her anahtar bir bedel ister.” Beyza Nur hemen atıldı: “Yani bütün bu yaratıklar, sınavlar… hepsi sizin işi miydi?”
Figür başını salladı. “Hayır. Onlar gölgenin çocuklarıydı. Bizim değil. Siz kendi iç karanlığınızla yüzleşmeden buraya gelemezdiniz.” Şehirde ilerlerken göz kamaştırıcı bir manzarayla karşılaştılar. Havada süzülen kütüphaneler, suyun içinde parlayan bahçeler, ışıkla yazılmış gibi görünen kitaplar… Ama en dikkat çekici olan, şehrin tam ortasında yükselen devasa bir kuleydi. Tepesinde dört elementi birleştiren sembol parlıyordu.
Şeyma Nur heyecanla fısıldadı: “Defterdeki sembol… işte orada!” Koruyucu onlara dönerek, “Kulenin tepesinde gerçek sır yatıyor. Ama oraya ulaşmak için sadece cesaret yetmez. Kalplerinizin bir olması gerekir.” dedi.
Emine gözlerini kısarak, “Gerçek sır… ne?” diye sordu.
Koruyucunun gözleri karardı. “O sır… dünyaların dengesini değiştirir. Yanlış ellere geçerse sadece bu diyar değil, sizin dünyanız da çöker.” Kızların yüzleri dondu kaldı. Onlar sadece bir maceraya atıldıklarını sanmışlardı ama şimdi anladılar ki bu, iki dünyanın kaderini etkileyecek bir yolculuktu. Gece şehrin içinde onlara bir oda verildi. Kristal yataklarda otururken kimse kolay kolay uyuyamadı. Beyza Nur sessizliği bozdu: “Kızlar… ya biz bu işi beceremezsek? Yani ben hâlâ elim ayağım titreyerek geldim buraya. Ben kahkaha atmasam kesin çoktan çökerdim.”
Sefa Nur onun elini tuttu. “Tam da bu yüzden başardık. Çünkü hiçbirimiz kusursuz değiliz. Korkularımızla, zaaflarımızla buradayız. Bu bizi güçlü kılıyor.”
Şeyma Nur gözlerini kapattı, defteri göğsüne bastırdı. “Belki de bu defter sadece harita değil… bizim hikâyemizi yazıyor. Her adımda sayfaları bize uyuyor.” Emine gülümsedi. “O zaman yarın… kulenin tepesine çıkacağız. Ve sır her neyse, birlikte öğreneceğiz.” Ama o gece herkes uyurken, defter kendi kendine açıldı. Sayfaların arasında yeni bir yazı belirdi: “Kuleye çıkan dört yoldan sadece biri gerçek. Yanlış yolu seçerseniz geri dönüş yok.”
Ve pusulanın iğnesi, ilk kez dört farklı yöne birden işaret etmeye başladı. Gece karanlığında ormanın derinliklerine indiklerinde artık geri dönüş olmadığını anladılar. Telefon çekmiyordu, pusula sapıtıyordu, adımlarını yalnızca kalplerinin ritmi yönlendiriyordu. Beyza Nur'un elinde taşıdığı fener titriyordu; sanki korkusu ışığa bile yansıyordu.
Bir süre sonra toprak yolun sonuna geldiler. Orada, yosun tutmuş bir taş kapı vardı. Kapının üstünde eski dilde kazınmış harfler: “Burası, gerçeği bilmeye cesaret edenlerin yoludur.” Emine derin bir nefes aldı:
— Ya kızlar… Bu işin şakası kalmadı. Sanki bizi buraya çağırıyorlar.
Şeyma Nur, gözlerinde garip bir parıltıyla kapıya dokundu. Parmakları taşa değer değmez kapı kendi kendine açıldı. İçeriden buz gibi bir rüzgâr esti. Ardından tünelin loş ışığında taş basamaklar göründü.
— İsteyen geri dönebilir, dedi Şeyma Nur. Ama ben gidiyorum.
Sefa Nur, gözlerini kısmış, dudaklarını ısırıyordu.
— Hep beraber başladık, hep beraber devam edeceğiz.
Dördü de basamakları inmeye başladı. Her adımda ayak sesleri yankılandı. Sanki yerin altında saklı olan, yıllardır uyanmayı bekleyen bir sır vardı. Ve en altta kocaman yuvarlak bir oda. Duvarlarda eski semboller, ortada taş bir masa. Masanın üzerinde ise, dörde bölünmüş gibi duran bir harita parçası. Beyza Nur fısıldadı:
— Bu… başka yerlere giden yolun başlangıcı olmalı.
Tam o sırada arka kapıdan yankılanan ayak sesleri duydular. Yalnız değillerdi. Birileri onları takip ediyordu.
Kalpleri küt küt atarken dört kız, birbirlerinin elini sımsıkı tuttu. O an anladılar ki bu sadece bir macera değil, onları dostluklarının ve cesaretlerinin en büyük sınavına götüren yoldu. Kızların gözleri masanın üzerindeki harita parçasına kilitlendi. Haritanın köşelerinde farklı semboller vardı: bir kuş tüyü, bir anahtar, bir göz ve bir yıldız. Sanki her biri ayrı bir yönü, ayrı bir sırrı gösteriyordu. Şeyma Nur haritayı eline alınca duvardaki semboller parlamaya başladı. Oda, yavaş yavaş aydınlandı. Taşların arasından sızan ışık, sanki onları yol göstermeye çağırıyordu.
— Bu sadece bir harita değil, dedi Şeyma Nur, bu bizi sınayan bir anahtar gibi. Sefa Nur gözlerini kısmıştı.
— Demek ki parçaları bulmalıyız. Tam harita olmadan hazineye ulaşamayız. Tam o anda tünelden yankılanan ses daha netleşti. Adımlar hızla yaklaşıyordu. Kızların nefesi kesildi. Beyza Nur fenerini kapattı, hepsi taş sütunların arkasına saklandı. İçeri giren iki kişi, siyah kapüşonlu adamlardı. Ellerinde meşaleler, gözleri karanlıkta parlıyordu. Sefa Nur'un kalbi öyle hızlı atıyordu ki sanki sesleri duyulacaktı. Adamlar masaya yaklaşıp haritanın eksik olduğunu fark etti. Biri öfkeyle yumruğunu taşa vurdu.
— Onlardan önce bulmalıyız. Yoksa plan çöker.
Kızlar nefeslerini tutarak bekledi. Adamlar çıkınca, Şeyma Nur fısıldadı:
— Gördünüz mü? Bizden başka da bu işin peşindeler. Bu sadece bir oyun değil, ciddi bir yarış.
Dördü hızlıca karar aldı. Ellerinde olan parça, diğer parçaları bulmak için tek ipucuydu. Haritada işaretlenen ilk sembol, bir kuştu.
Sefa Nur'un gözleri parladı.
— Kuş… Belki de kasabanın dışında, eski kuş evi! Hatırlıyor musunuz, ormanın kıyısındaki taş kulübeyi?
Beyza Nur başını salladı.
— Evet, yıllardır kimse gitmedi oraya. Eğer doğruysa, ilk parça orada olabilir.
Kızlar vakit kaybetmeden oradan çıktılar. Geceyi yarıp koşarak ormana vardılar. Ay ışığı dalların arasından süzülüyor, yapraklar altında fısıldaşıyordu. Ormanın derinliklerinde, yosun tutmuş eski kuş evi belirdi.
Kapısı paslanmış zincirlerle kapatılmıştı. Ama Sefa Nur cebinden küçük bir tel çıkardı.
— Babamın bana öğrettiği küçük numaralar…
Teli kilide soktu, birkaç saniye içinde zincir açıldı. Kapı gıcırtıyla aralandı. İçerisi toz, örümcek ağı ve eski tahta kokusuyla doluydu. Tam ortada, ahşap bir sandık vardı. Üzerinde kuş sembolü işlenmişti. Emine elleri titreyerek kapağı kaldırdı. İçinde eski bir parşömen, üzerinde aynı haritanın ikinci parçası vardı. Ama sandığın dibinde başka bir şey daha vardı: küçük, siyah bir taş. Taşın üzerinde işlenmiş tuhaf işaretler… Taş, kızların ellerinde titreşiyor, sanki canlıymış gibi sıcaklık yayıyordu. Beyza Nur korkuyla geri çekildi.
— Bu, sadece bir hazine değil. Bu işin arkasında çok daha eski, çok daha gizemli bir şey var.
Ve o anda, dışarıdan gelen çatırtılar duyuldu. Sanki birileri onları takip etmişti.
Kızlar ikinci harita parçasını ve siyah taşı aldıklarında kalplerindeki heyecanla korku birbirine karışmıştı. Taşı eline alan Şeyma Nur'un avuçları ısındı, damarlarında hafif bir titreşim hissetti. Sanki taş, onlara yön göstermeye çalışıyordu. Emine fısıldadı:
— Bunu elimizde tutmaya devam edersek başımıza iş açılacak. Bu taş… normal değil.
Beyza Nur, taşın üzerindeki işareti inceledi.
— Bu, yıldız sembolüne benziyor. Haritanın bir sonraki işaretini hatırlayın… Belki de bizi oraya yönlendirecek.
Tam o sırada dışarıdan gelen çatırtılar daha da yaklaştı. Ayak sesleri ve fısıltılar, kapüşonlu adamların peşlerini bırakmadığını gösteriyordu. Kızlar nefeslerini tutarak kuş evinin arka kapısından dışarı çıktılar ve karanlık ormanın içine daldılar. Sefa Nur, nefes nefese koşarken arkasına baktı.
— Onlar bizi bırakmayacak, hissediyorum. Bu işte bizden daha çok şey biliyorlar.
Şeyma Nur, taşı cebine koydu.
— O zaman daha hızlı olacağız. Onlardan önce parçaları bulmamız gerek.
Sabaha karşı küçük bir dere kenarına vardılar. Ay ışığı solmaya başlamış, gökyüzü griye dönmüştü. Haritaya baktıklarında, ikinci işaretin bir anahtar olduğunu fark ettiler. Emine'nin aklına birden bir şey geldi.
— Kasabanın mezarlığının yanında eski bir türbe var. Yıllardır kilitli. Belki de anahtar işareti orayı gösteriyor.
Kızlar kısa bir dinlenmeden sonra türbeye yöneldiler. Yol boyunca sessizlik hâkimdi, sadece rüzgârın uğultusu onlara eşlik ediyordu. Türbeye vardıklarında paslı demir kapı, üzeri sarmaşıklarla kaplanmış haldeydi.
Şeyma Nur kapıya yaklaşınca siyah taş cebinde titremeye başladı. Taşı çıkarıp kapıya dokundurduğunda, paslı kilit kendi kendine açıldı. Kapı ağır bir şekilde aralandı.
İçeride taş bir lahit vardı. Lahitin üzerinde bir anahtar sembolü kazınmıştı. Kızlar birbirlerine bakarak kapağı araladılar. Toz bulutunun arasından eski bir kese çıktı. Kesenin içinde üçüncü harita parçası vardı. Ama yanında paslı bir anahtar da bulunuyordu. Sefa Nur sevinçle gülümsedi.
— Tamamdır! Üçüncü parçayı da bulduk.
Ama Şeyma Nur'un yüzü gerildi.
— Bekleyin… bu anahtar normal değil. Bununla başka bir kapı açacağız. Ve o kapı… belki de bizi hazinenin kalbine götürecek. Tam o sırada türbenin kapısı büyük bir gürültüyle kapandı. İçeri karanlık çöktü. Arkalarından gelen ayak sesleri yankılandı. Kapüşonlu adamlar onları burada kıstırmıştı. Adamların lideri, gölgelerin arasından çıktı. Kısık bir sesle konuştu:
— Haritanın parçaları bizim hakkımız. Siz sadece yanlış zamanda yanlış yere giren meraklı çocuklarsınız. Onları verin, belki sağ çıkarsınız.
Kızlar birbirlerine kenetlendiler. Şeyma Nur taşı daha sıkı kavradı.
— Kusura bakma, ama bu hazine sadece altın değil. Bu işin ardında sizden saklanan bir gerçek var. Ve biz bunu sonuna kadar öğreneceğiz! Adamların gözleri öfkeyle parladı. Türbenin içinde büyük bir kovalamaca başladı. Kızlar ellerindeki parçaları ve anahtarı sıkıca tutarak kaçarken, lahitin yanındaki taş duvar birden yarıldı. İçeriden gizli bir geçit açıldı.
Geçidin içinden sıcak bir ışık süzülüyordu.
Emine bağırdı:
— Koşun! Bu bizim tek şansımız!
Ve dördü, hiç düşünmeden geçidin içine daldı. Kapı arkalarından kapandı, onları bambaşka bir karanlığa sürükledi.
Kızlar geçitten fırladıklarında kendilerini taş duvarlarla çevrili, karanlık bir labirentin içinde buldular. Tavandan sarkan yosunlar ve nemli taşlar, her adımda ayak seslerinin yankılanmasına neden oluyordu. Defter, pusula ve anahtar ellerinde parlıyordu; sanki labirentin her köşesinde bir ipucu bırakılmıştı.
Şeyma Nur fısıldadı:
— Burası… her adımda bizi test ediyor. Labirent sadece yolu değil, cesaretimizi de ölçüyor.
Emine önlerine baktı.
— Her adımda doğru olanı seçmeliyiz. Yanlış yola girersek kayboluruz… ya da daha kötüsü…
O anda zeminden yükselen ince bir duman onları susturdu. Gözlerini açtıklarında, labirentin ortasında bir ışık hüzmesi gördüler. Işığa doğru ilerlediklerinde, labirentin duvarlarında eski yazıtlar belirdi:
“Cesaret, bir araya gelmiş kalplerde saklıdır. Kendi karanlığını aşmayan yolunu tamamlayamaz.”
Beyza Nur dudaklarını ısırdı:
— Yani… bu sadece yön bulma değil, aynı zamanda sınavımız.
Bir süre ilerledikten sonra labirentin sonuna yaklaştılar. Duvarlar genişleyip büyük bir odaya dönüştü. Ortada devasa bir taş kapı duruyordu, üzeri eski sembollerle kaplıydı. Kızlar ellerindeki anahtarı taşın ortasındaki kilide yerleştirdiler. Kapı yavaşça aralandığında gözlerinin önünde yükselen manzara karşısında nefesleri kesildi:
Eski bir tapınak… altın ve kristallerle süslenmiş, ortasında devasa bir sunak vardı. Sunakta parlayan bir hazine değil, eski bir kutu ve üzeri tuhaf sembollerle kaplı bir taş tablet duruyordu. Şeyma Nur heyecanla fısıldadı:
— İşte hazinenin kalbi!
Ama o anda labirentin girişinde karaltılar belirdi. Kapüşonlu adamlar, kızları takip ederek tapınağa girmişti. Liderleri yüksek sesle bağırdı:
— Artık sonunuz geldi! Tüm parçalar bize verilecek!
Kızlar birbirlerine baktılar. Bu sadece bir hazine avı değil, gerçek bir savaşın başlangıcıydı. Şeyma Nur taş tablete dokunduğunda bir ışık hüzmesi yayılmaya başladı. Defterin sayfaları kendi kendine açıldı, eski harfler parladı:
“Sadece dört kalp birleşirse… hazine gerçek yüzünü gösterir.”
Sefa Nur gülümsedi:
— Yani… biz dört kişiyiz. Birleşmezsek kimse alamaz.
Emine defteri ve pusulayı kaldırdı, Beyza Nur taş tablete dokundu, Sefa Nur anahtarı çevirdi. Tam o anda tapınaktaki semboller parladı, taşlar hafifçe titredi ve gizli bir bölüm açıldı. İçeriden altın, mücevher ve değerli taşlar yerine, eski bir cihaz ve üzerinde gizemli yazılar çıktı.
Şeyma Nur şaşkınlıkla baktı:
— Bu… altın değil, ama… daha değerli bir şey gibi. Büyüleyici… ve tehlikeli görünüyor.
O sırada kapüşonlu adamlar ilerledi, ama labirent ve tapınağın sihri onları durdurdu. Duvarlardan ışık hüzmeleri fırladı, yollar kayboldu ve kapılar kendiliğinden kapandı. Adamlar geri çekilmek zorunda kaldı.
Dört kız, ellerindeki defter ve cihazla birbirlerine bakarak gülümsedi. Biliyorlardı ki, bu sadece bir başlangıçtı. Hazineyi bulmuşlardı ama asıl sır, bu cihazın ve defterin açtığı eski dünyanın gizemlerini çözmekteydi.
Ve o an anladılar ki, gerçek hazine: birlikte karşılaştıkları tehlikeler, cesaretleri ve dostluklarıydı.

Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Bize bir konu hakkında betimleme yap?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.