Her geçen gün biraz daha alışıyordum İdlib'e. Havası Siirt'i andırıyordu: Sıcak, kurak ve esintili... Akşam, Seher'in ablasının soracağı soruları tasarlıyor; ona göre cevaplar hazırlıyordum kafamda...
Seher'i aradım, nasıl geleceğimi sordum.
"Ben evden çıktım, seni almaya geliyorum," dedi.
"Tamam," dedim.
Birkaç dakika sonra aradı: "Seni görüyorum, beyaz arabaya doğru gel!"
"Araba mı?" dedim, "Sen mi kullanıyorsun?"
"Gelsene, geç kalacağız!" dedi. Arabaya binerken camı açtı: "Arkaya bin."
"Tamam," deyip bindim.
Arkada ikimiz yalnızdık. Arabayı ablası kullanıyordu. Heyecandan selam bile vermemiştim. İlk defa onunla yan yana oturmuştum ve dizlerim titriyordu. Bir türlü durduramıyordum. Derken ablası: "Selâmün aleyküm, ben Fatıma."
"Özür dilerim, selam vermeyi unuttum. Şey... ben Muhammed," dedim.
"Sanırım heyecanlandın biraz!"
"Evet, sandığınızdan da fazla."
"Sakin ol, ablan sayılırım."
Seher de ellerini ovuşturuyordu; o da benden farksız değildi...
Kısa bir yolculuktan sonra evlerine varmıştık. Bahçesinde meyve ve zeytin ağaçları olan şirin, üç katlı bir yerdi. Arabadan iner inmez bahçede oturan iki erkek ayağa kalkıp yanıma geldi.
Kısa boylu olan: "Hoş geldin, ben Musa. Seher'in abisiyim," dedi.
Uzun boylu, kıvırcık saçlı diğeri: "Ben Zübeyir, Seher'in eniştesiyim."
Heyecanım geçmek bilmiyordu; avuç içlerim terlemişti. Zira sadece ablasını bekliyordum... Abisi ve eniştesini hayal bile etmemiştim!
Onlar beni rahatlatmaya çalışırken Seher geldi:
"Tanıştınız mı?"
"Evet," dedim.
"Sana su getireyim, zira çok kızarmışsın," dedi.
Birkaç dakika sonra abisi ve eniştesi: "İşiniz bitince ararsınız," diyerek izin istedi. Onlar gidince biraz rahatlamıştım.
Seher: "Hadi içeri gel, ablam kahve yapıyor. Sen de su içersin," dedi.
Beraber içeri girdik. Genişçe bir oda vardı; duvar diplerinde renkli yastıklı minderler seriliydi. Seher: "Sen otur, ben su getireyim," dedi. Elinde bir bardak suyla döndü. Tam o sıra ablası içeri girdi. Suyu içtikten sonra:
"Geçti mi heyecanın biraz?"
"Evet."
"O zaman seni tanıyalım: Kimsin, ne iş yaparsın?"
"Adım Muhammed. İstanbul'da yaşıyorum, kendime ait kitap dükkânım var. 5 kardeşiz: 3 kız, 2 erkek. Babam emekli polis, annem ev hanımı."
"Güzel... Biz dokuz kardeşiz. Seher en küçüğümüz ve en değerlimiz," dedi. "Birbirinize yakışıyorsunuz ama babam ne der bilemiyorum. Zira Seher'e düşkündür biraz... Buraya kadar gelmen onu ne kadar sevdiğini gösteriyor. Lâkin burada şartlar zor; iyi düşünün ikiniz de."
Seher lafa girdi: "O benim kabul olunmuş duam! Ondan gizli çok dua ettim Rabbime: 'Bir defa göreyim,' diye. Rabbim dualarımı kabul etti ve şimdi yanımda oturuyor..."
Benden bahsederken gözlerinin içi gülüyordu. Ben ona iyi gelmiştim; o da bana...
Ablası: "Bu işi fazla uzatmayalım. Ailenden kimsenin gelme imkânı var mı?"
"Bu imkânsız," dedim.
"Babam biraz eski kafalıdır. Ailen olmadan nasıl olacak bilmiyorum," dedi. "Ama Seher onu razı eder herhâlde; çünkü üzülmesini istemez."
"Ben buraya yeni geldim, kimseyi tanımıyorum. Evlenmek istemediğimden değil; sadece ailenizin beni yakınen tanıyıp öyle karar vermesinin doğru olacağını düşünüyorum. Aramızda söz gibi bir şey yapmamız lâzım. Bir de dini nikâhımızın olması şart," dedim.
Ablası onayladı: "Burası küçük bir yer. Seher hakkında dedikoduya mahal vermemek için bunu yapmalıyız... Ben mutfağa geçiyorum, siz kendi aranızda müzakere edin."
Seher utana sıkıla: "Dini nikâh yapmamız lâzım," dedi.
"Çok erken olur ama sen rahat edeceksen yapalım," dedim. "Bundan önemlisi babanın ne diyeceği..."
"Babamı bana bırak," dedi. "Belki sayılı günlerimiz var. Ben seninle elele tutuşmak, gittiğim her yere seninle gitmek istiyorum. Yoksa bundan başka gayem yok!"
"Anlıyorum seni," dedim. "Tamam da ben kimi getireceğim seni istemek için?"
"Selman Hoca," dedi.
"Ama ben onu daha yeni tanıyorum?"
"Sıkıntı olmaz, kabul eder."
"Bilmiyorum..."
"Lütfen!"
"Tamam, sen nasıl istersen," dedim.
"Seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?"
"Biliyorum... Hem de çok iyi biliyorum."
"O zaman yarın sabah sen de gel, beraber konuşalım Selman Hoca'yla."
"Tamam."
Ablası elinde bir tepsiyle içeri girdi. İçi kırmızı kapya biberle doldurulmuş, lahmacuna benzer küçük ekmekler yapmıştı. Tadı biraz acı ama gâyet güzeldi. Yanında esmer lavaş parçalı salata ve yoğurtlu köfteye benzeyen "şakiriye" (özel gün yemeği) vardı. Hepsi nefisti.
Yemekten sonra uzun uzadıya konuştuk: Evden eşyaya her şeyi planlamıştık... Abisi ve eniştesi geldi; onlarla da kahve içip sohbet ettik. Biri fırın, diğeri kasap dükkânı işletiyormuş. Mülâyim adamlardı.
Vakit epey geç olunca müsade istedim. "Tamam," dediler. Onlar arabaya geçti, Seher beni içeri çağırdı. Küçük bir poşete yiyecekler koymuştu: "Sabah arkadaşlarınla yersin," dedi. "Yarın görüşürüz."
Kampa geldiğimde, üzerimden kocaman bir yük kalkmış gibi hafiflemiştim... Gecenin karanlığı çökerken, yıldızlar İdlib semalarında pırıl pırıl parlıyordu. Her bir yıldız, sanki Seher'le aramızdaki görünmez bağın bir nişanesiydi. Onu ilk gördüğüm o andan itibaren, hayatımın rotası değişmiş, ruhumun pusulası hep ona dönmüştü. Bu topraklara gelişim bir tesadüf değil, ilahi bir çağrıydı sanki. Her zorluğa rağmen içimde büyüyen bu aşk, bana tarifsiz bir güç veriyordu.
Yatağıma uzandığımda, Seher'in "O benim kabul olunmuş duam!" sözleri kulaklarımda yankılandı. Benim de ondan gizli ettiğim dualarım vardı; onu bulmak, onunla aynı yolda yürümek için... Ve işte şimdi, o dualar kabul olmuş, biz aynı gökyüzünün altında, aynı hayallerin peşinden koşuyorduk. Belki etrafımız yıkık döküktü, belki ölüm her an kapımızı çalabilirdi, ama aşkımız tüm bu acıların üzerinde bir kale gibi yükseliyordu. Her hücremde onun sevgisini hissediyor, bu sevginin beni hayata daha sıkı bağladığını anlıyordum. Yarın Selman Hoca ile konuşacak, belki de bu destansı aşkımızın ilk adımlarını atacaktık. Yüreğimde hem tatlı bir telaş hem de tarifsiz bir huzur vardı. Bu, sadece bir aşk değil, bir varoluş mücadelesiydi; İdlib'in yıkıntılarında yeşeren, umutla harmanlanmış, kırık camlar üstüne yazılmış bir destan...
قصيدةٌ في ليلةِ القدرِ
يا ليلَ إدلبَ، يا ليلَ النُّجومِ السَّاطِعةْ،
في كلِّ نجمٍ أرى عينَيْ حَبيبتي اللامعةْ.
هيَ لي دعوةٌ، في جوفِ الليلِ استُجِيبَتْ،
قَدرٌ جميلٌ، بينَ الرُّكامِ وُجِدَتْ.
قلبٌ يخافُ، وروحٌ إليها تَهيمُ،
خطواتٌ تَتَبَعُها، كأنَّها حُلمٌ قديمُ.
في عِشقِها، كلُّ خوفٍ يتلاشى،
بينَ يَديها، روحي بِسلامٍ تَتَعافى.
هيَ النُّورُ الذي أضاءَ دربي العَقيمْ،
هيَ الأملُ الذي يُحيي قَلبي السَّقيمْ.
يا ربِّ، اجْمَعْنا على خَيرٍ دائمِ،
في هذهِ الأرضِ، أو في جنَّاتِ النَّعيمِ.
(Ey İdlib gecesi, ey parlak yıldızlar gecesi,
Her yıldızda parlak sevgilimin gözlerini görüyorum.
O bana bir duaydı, gecenin kalbinde kabul edilmiş,
Güzel bir kader, yıkıntılar arasında bulunmuş.
Korkan bir kalp, ve ona hayran olan bir ruh,
Onu takip eden adımlar, sanki eski bir rüya.
Onun aşkında, her korku yok olur,
Onun ellerinde, ruhum huzurla iyileşir.
O benim kısır yolumu aydınlatan ışıktır,
O benim hasta kalbimi dirilten umuttur.
Rabbim, bizi daimi hayır üzere bir araya getir,
Bu topraklarda, ya da Naim cennetlerinde.)