Ellerimiz çamura değdiğinde, sadece oyuncak yapmıyorduk aslında. O ıslak toprak, hayatın ilk derslerini fısıldıyordu bize. Bir sırığı ata dönüştürürken, yoktan var etme cesaretini öğreniyorduk. Telden kamyon yaparken, sabrı ve sorun çözme becerisini içselleştiriyorduk.
O çamurlu ellerde, modern psikolojinin "mindfulness" dediği şey vardı. Toprağa dokunmak, şekil vermek, yaratmak... An'da kalmayı, ellerimizle düşünmeyi öğretiyordu bize. Her yoğurma hareketi, günün stresini alıp götürüyordu. Çamur kurudukça, bizim de içimizdeki karmaşa duruluyordu.
Çamurlu sahada top oynarken, aslında diplomasi öğreniyorduk. Takım kurmak, kuralları birlikte belirlemek, anlaşmazlıkları çözmek... Yenilgiyi kabullenmek, zaferi mütevazı karşılamak. O sokak lambasının altında, gerçek hayatın provasını yapıyorduk. Her gol, her kaçan top, gelecekte karşılaşacağımız başarı ve hayal kırıklıklarının mini provasıydı.
O basit tel parçalarından araba yapmak, mühendisliğin temelini atıyordu. Dengeyi, simetriyi, işlevselliği deneyimliyorduk. Tekerlekler düzgün dönmüyorsa, çözüm bulmak zorundaydık. Bu, hayat boyu sürecek bir problem çözme becerisiydi. Her bükülmüş tel, zihnimizde yeni bir nöron yolunun açılması demekti.
"Bizim sokak" dediğimiz o mikrokozmosta, toplumsal yaşamın tüm inceliklerini öğreniyorduk. Farklı yaştaki çocuklarla iletişim kurmak, büyüklere saygı, küçüklere şefkat... Paylaşmayı, beklemeyi, sıraya girmeyi. Komşuluk ilişkilerinin ilk tohumları, o çamurlu oyunlar arasında atılıyordu.
En büyük kazanımımız belki de buydu: Bir sopayı at, bir kartonu kale, çamuru heykel yapabilme yetisi. Sınırlı malzemeyle sınırsız dünyalar kurmak... Bu yaratıcılık kası, yetişkin olduğumuzda her alanda işimize yarayacaktı. İnovasyon denen şey, aslında çocukken oynadığımız oyunların yetişkin versiyonuydu.
Koşmak, zıplamak, düşmek, kalkmak... Çamurda yuvarlanmak. Bedenimizi tanıyorduk, sınırlarını test ediyorduk. Denge duyumuz gelişiyor, el-göz koordinasyonumuz mükemmelleşiyordu. Bugün "spor salonu"na para vererek yapmaya çalıştığımız şeyi, doğal yoldan öğreniyorduk.
En önemlisi: Sade olanla mutlu olmayı öğreniyorduk. Pahalı oyuncaklara değil, kendi yarattığımız şeylere değer veriyorduk. Bu, tüketim çağında kaybettiğimiz en değerli beceri belki de. Mutluluğun dışarıdan satın alınan bir şey değil, içeriden inşa edilen bir duygu olduğunu biliyorduk.
Şimdi düşünüyorum da, o çamurlu ellerde aslında hayata dair her şey varmış. Yaratıcılık, sabır, sosyal beceri, fiziksel sağlık, duygusal dayanıklılık... Hepsi o oyunların içinde saklıymış.
Bugün çocuklar ekran karşısında ne kaybediyor, biz neleri kaybettik diye düşünmeden edemiyorum. Belki de asıl mesele, o çamuru tamamen terk etmek değil, onun öğrettiklerini modern dünyaya taşıyabilmek. Çünkü insan, topraktan gelir ve toprakla ancak bütünleşebilir.
Ellerimiz temiz ama yüreğimiz kir pas içinde şimdi. Belki de biraz çamur, hem ellerimiz hem yüreklerimiz için en iyi arınma yoludur. Çocukluğumuzun o ıslak, bereketli çamuruna dönmek, belki de hepimizin ihtiyaç duyduğu terapidir.