Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
Kayıp Seslerin Gölgesinde: Final - Sözümoki
16 Ağustos 2025, Cumartesi 08:44 · 5 Okunma

Kayıp Seslerin Gölgesinde: Final

Yavuz, defteri eline aldığında parmakları sayfalardaki yıpranmış kenarları usulca yokladı. Her satırın, Ahmet’in nefesinden, gözlerinden ve o günlerin gölgelerinden bir iz taşıdığını biliyordu. Masanın üzerindeki küçük lambayı açtı, odanın loşluğunda kaleminin ince ucu sayfaların üzerinde gezmeye başladı.

“Baban… kelimeleri sıradan biri gibi yazmamış. Harfler, bazı yerlerde bilinçli olarak kaydırılmış. Cümlelerin ritmi bile bir şifre,” dedi Yavuz, gözlüğünü düzelterek.

Eylül sessizce izliyordu; her çizilen işaret, sanki babasının geçmişinden bir perdeyi aralıyordu. Deniz ise odanın köşesinde, pencereden dışarıyı kontrol ediyordu. Buraya geldiklerinden beri içindeki huzursuzluk artmıştı.

Dakikalar saatlere dönüştü. Yavuz, bazı harfleri sayılarla, bazı cümleleri ise tarih ve koordinatlarla değiştirdi. Birkaç sayfa sonra başını kaldırdı.
“Bu kodlar sadece bir adres ya da tarih değil… Bu bir rota. Ahmet, kendi ölümünden önce bu rotayı not etmiş. Ve rotanın son durağı, Cemil’in şu anki planıyla birebir örtüşüyor.”

Eylül öne eğildi. “Yani babam, Cemil’in bu oyunu oynamak üzere olduğunu o zamanlar mı biliyordu?”

“Evet,” dedi Yavuz. “Ama bundan daha önemlisi… bu rotada senin adın da var, Eylül.”

O an odadaki hava ağırlaştı. Deniz hemen atıldı. “Ne demek istiyorsun?”

Yavuz, sayfayı onlara çevirdi. Küçük, neredeyse görünmez bir mürekkeple yazılmış satırda şu cümle vardı:

> “Eylül, bu satırları okuyorsan… bil ki seni oyunun dışında tutmak için değil, içine çekmek için yetiştirdim.”



Eylül’ün nefesi kesildi. İçinde, babasına duyduğu özlemle öfke birbirine karıştı. Yıllardır anlamaya çalıştığı suskunluklar, şimdi bambaşka bir anlam kazanıyordu.

“Bu… onun beni korumak istemediğini mi gösteriyor?” diye fısıldadı.

Yavuz başını iki yana salladı. “Hayır. Seni, kendi eksik bıraktığı savaşı tamamlayacak tek kişi olarak görüyordu.”

Deniz, Eylül’ün elini sıktı. “O zaman yarın gece bu rotanın son durağına gidiyoruz. Ne olursa olsun.”

Yavuz, masadaki lambayı kapatırken derin bir nefes aldı. “O zaman şunu bilin… yarın gece sadece Cemil’le değil, babanın gölgesiyle de yüzleşeceksiniz.”


Yavuz’un masasında açılan defter, artık sadece bir hatıra değil, geçmişin tüm kanlı izlerini saklayan bir haritaydı. Harfler yer değiştirmiş, sayılar tarih olmuş, cümleler koordinatlara dönüşmüştü. Eylül, her işareti babasının sesinden gelen bir fısıltı gibi hissediyordu.

“Burası…” dedi Yavuz, sayfayı işaret ederek, “…babanın Cemil’le ilk ve son kez yüzleştiği yer.”

Adres, kasabanın dışında, terk edilmiş bir limana aitti. Yıllar önce büyük bir yangın çıkmış, depolar yıkılmıştı. Ama Yavuz’a göre yangın, bir kazadan değil, delilleri yok etmek için çıkarılmıştı.

Deniz, haritayı dikkatle inceledi. “Eğer bu rotanın sonu orasıysa, hâlâ gömülü bir şey olabilir.”

“Gömülü olan sadece eşyalar değil,” dedi Yavuz. “Babanın ölümü… sadece İbrahim’in parmağıyla açıklanamaz. Onun arkasında başka isimler de vardı.”

Eylül’ün kalbi hızlandı. “Kim?”

Yavuz derin bir nefes aldı. “Birini biliyorum… Diğerini tahmin ediyorum. Ama üçüncü kişi, kimliğini öyle iyi sakladı ki, Ahmet bile sadece gölgesini görmüş.”

O gece, Eylül uyumak için gözlerini kapadığında bile limanın görüntüsü zihninden gitmedi. Babasının ölümü hakkında bildiği her şeyin eksik olduğunu biliyordu. İbrahim sadece ilk perdeydi. Arkasında, ipleri tutan eller vardı.

Deniz, çantasına sessizce birkaç parça eşya yerleştirdi: el feneri, eski kasaba haritası, Yavuz’un verdiği küçük bir telsiz. “Eğer orada biri varsa, biz gelmeden duymamalı.”

Eylül, masanın başında babasının fotoğrafına baktı. Fotoğrafta Ahmet, göl kenarında gülüyordu. O gülüş, gerçekte kaç yarayı saklıyordu, kim bilir?

Yola çıkmadan önce Yavuz son kez uyardı: “Orada sadece Cemil’in değil, geçmişin de hayaletleriyle karşılaşacaksınız. Ve unutmayın, bazı gerçekler sizi özgür bırakmaz… Daha da bağlar.”

Ay ışığı, yıkık depoların gölgelerini büyütüyordu. Liman sessizdi, ama havada yanık metalin o eski kokusu hâlâ vardı. Deniz, feneri yakmadan yürüdü. Eylül ise defteri elinde tutuyor, işaretlere bakarak ilerliyordu.

Bir süre sonra, yerde paslı bir kapak buldular. Üzerine düşen toz katmanı, yıllardır açılmadığını söylüyordu. Deniz kapağı kaldırmaya çalıştı, ama menteşeler neredeyse taş gibi sertleşmişti.

Kapak açıldığında içlerinden nemli bir hava yükseldi. Merdivenler aşağıya, karanlık bir tünele iniyordu. Yavuz’un sesi telsizden geldi: “Orası eski bir kaçakçı geçidi. Ama orada sadece mallar değil… Ahmet’in sakladığı kanıtlar da olmalı.”

Eylül derin bir nefes aldı. “Ve belki de katillerin gerçek yüzleri.”

Tünel, dar ve rutubet kokuyordu. Duvarlarda eski lambaların paslı kancaları vardı. Eylül önde, Deniz arkada ilerledi. Yaklaşık yirmi adım sonra tünel bir odaya açıldı.

Oda küçük, ama köşeleri sandıklarla doluydu. Sandıkların bazıları kilitliydi. Deniz, kırık bir levye buldu ve kilitleri tek tek açmaya başladı.

İlk sandıkta eski belgeler, kasabanın kara günlerini anlatan fotoğraflar, Cemil’in yasadışı anlaşmalarının imzalı kopyaları vardı.

Ama üçüncü sandıkta, Eylül’ün nefesi kesildi. İçinde babasına ait eski bir ceket, kan lekesi hâlâ solmamıştı. Ceketin cebinde küçük bir kaset vardı.

Deniz, kaseti aldı. “Bunu hemen dinlememiz gerek.”

Kaseti oynattıklarında, Ahmet’in sesi duyuldu:

> “Eğer bu kaydı dinliyorsan… bil ki beni öldüren sadece İbrahim değil. O sadece tetiği çekti. Planı yapan Cemil’di. Ama ikisini de yönlendiren… Eylül, senin çok güvendiğin biriydi.”



Ses titredi, ardından kaset bitti.

Eylül’ün zihni bulanıklaştı. “Çok güvendiğim biri mi?” diye tekrarladı.

Deniz ona baktı. “Kim olabilir?”

Eylül’ün gözlerinde bir isim belirdi… ama onu yüksek sesle söylemeye cesaret edemedi.

Tünelin loş ışığında, duvarlara sinmiş nem kokusu Eylül’ün ciğerlerini yakıyordu. Adımlarını yavaşlatmadan ilerliyor, ama her adımında zihninde babasının sesi çınlıyordu: “Çok güvendiğin biri…” Bu üç kelime, başından beri ona görünmez iplerle bağlı olan gerçeğin düğümünü çekmişti. Elindeki eski kasetin soğuk plastiği, sanki yanan bir kömür parçası gibi avucunu yakıyordu. Deniz, hemen arkasında, nefesini tutmuş, her ihtimale karşı tetikteydi.

Kaset çalındığında babasının sesi ilk defa bu kadar netti. Ahmet Karahan’ın yorgun, ama gururlu tonu vardı. “Eylül… eğer bu kaseti dinliyorsan, bana bir şey olmuştur. İbrahim sadece tetiği çeken eldi. Planı kuran Cemil’di. Ama ikisini de harekete geçiren, asıl kötülük… sana en yakın olan kişiydi.”

Deniz’in omzu Eylül’ün omzuna değdi. “Kimden bahsediyor olabilir?” diye sordu fısıltıyla.
Eylül cevap vermedi. İçinde yıllardır güvenin üzerine kurduğu bir kale vardı, ama şimdi o kalenin duvarlarında çatlaklar oluşuyordu. Aklına gelen ismi söylemekten korkuyordu.

Tünelin sonunda küçük bir oda vardı. Ortasında eski bir masa, üzerinde dağınık belgeler… ve köşede yarım kalmış bir kaset kopyalama cihazı. Demek ki kayıt bozulmuştu, hatta kasıtlı olarak kesilmişti.

Kasabada ertesi sabah, rüzgâr gölden sert esiyor, kaldırımlardaki yaprakları savuruyordu. Eylül, gece gördüğü sahneleri sindiremeden uyandı. Kahvaltı masasında Deniz ona baktı, ama bu bakışta bir soru vardı: “Ne yapacağız?”

Yavuz kapıdan girerken yüzü solgundu. “Kasetin yarısı eksik. Birileri, sen dinlemeden önce onu bozmuş.”
Eylül’ün kalbine bir yumruk indi. “Kim?”
“Bilmiyorum,” dedi Yavuz, ama bakışlarını kaçırdı. Bu kaçış, Eylül’ün daha da şüphelenmesine neden oldu.
Öğleden sonra, kasabanın eski çay bahçesinde otururken, karşı masada bir silüet belirdi: Mustafa Kaya. Babasının en yakın dostu, çocukken ona balık tutmayı öğreten adam. Ahmet’in cenazesinde de en çok ağlayan oydu.

Mustafa ağır adımlarla yanına geldi. “Eylül, hala babanın peşindesin, değil mi?”
“Evet,” dedi Eylül, gözlerini ondan ayırmadan.
Mustafa çayından bir yudum aldı. “Baban iyi bir adamdı ama yanlış tarafta durdu. Cemil’e karşı çıktı, bu kasabada böyle bir şeyin bedeli olurdu.”
Eylül’ün parmakları masanın kenarına sıkıca bastı. “Sen de o bedeli ödemesi için yardım ettin, değil mi?”
Adam sustu. Gözlerindeki parıltı, itirafın ilk kıvılcımıydı.
O akşamüstü Yavuz aceleyle geldi: “Cemil… kasabaya dönmüş. Limandaki eski depolardan birinde saklanıyor.”
Eylül, Deniz ve Yavuz hemen bir plan yaptı. Bu, sadece geçmişin yükünü çözmek değil, aynı zamanda hayatta kalan tehlikeyi ortadan kaldırmak için son şanstı.

Gece yarısı, sis limanı kaplamıştı. Eski depolardan birinin içinden fısıldaşmalar geliyordu. Cemil’in sesi netti: “Mustafa, işi yarım bırakma. Yarın sabah kız konuşamayacak hale gelecek.”

Kapının önünde iki nöbetçi vardı. Deniz, sessizce birini etkisiz hale getirdi, Yavuz diğerini susturdu. İçeri girdiklerinde Cemil, Mustafa ve tanımadıkları üçüncü bir adam masanın başında oturuyordu.

Eylül bir adım öne çıktı. “Babamın kanı sizin ellerinizde!”
Cemil gülümsedi. “Ahmet, bizim işimize engel oldu. Hepsi bu.”
Mustafa araya girdi: “Kızım… anlamıyorsun.”
“Sen bana kızım deme!” diye bağırdı Eylül.

Kısa sürede sözler yumruklara dönüştü. Deniz Cemil’e saldırdı, Yavuz üçüncü adamla boğuştu. Eylül ise Mustafa’nın üzerine yürüyerek onu köşeye sıkıştırdı.

Tam her şey kontrolden çıkmak üzereyken dışarıdan siren sesleri duyuldu. Polis depoya girdi. Cemil kaçmaya çalıştı ama Deniz onu yere yatırdı. Mustafa teslim oldu.

Karakolda, Mustafa ifadesinde her şeyi anlattı: “Cemil planı yaptı, İbrahim tetiği çekti, ben bilgileri verdim. Bizi asıl yönlendiren, kasabanın yeraltı ağının başındaki kişi…”
Eylül nefesini tuttu.
“…Kasabanın belediye başkanıydı. O gölü de, insanları da kendi çıkarı için kullandı.”

Mahkeme günlerce sürdü. Cemil, Mustafa, belediye başkanı ve diğerleri tek tek ceza aldı. Eylül, babasının defterini delil olarak sundu.

Duruşmanın sonunda Eylül ayağa kalktı ve kürsüye yaklaştı: “Babam Ahmet Karahan, bu kasabanın onuruydu. Onu öldürenler, sadece bir adamı değil, adaleti de öldürmeye çalıştı. Ama adalet geri döndü.”

Aylar sonra, göl kenarında rüzgâr hafifçe esiyordu. Eylül elindeki defteri kapattı. Deniz yanına oturdu, elini tuttu.
“Bitti,” dedi Eylül. “Artık göl sessiz.”
Deniz gülümsedi. “Ve sen özgürsün.”
Uzakta güneş batıyordu. Eylül gözlerini kapatıp babasının gülüşünü hayal etti. Artık o gülüş, rüzgârla beraber gölün üzerinde yankılanıyordu.

Gecenin göl üzerinde bıraktığı karanlık, kasabanın üstüne ağır bir battaniye gibi serilmişti. Ay ışığı, suyun yüzeyinde titrek bir yol çiziyor, rüzgâr bu yolu her an bozup yeniden kuruyordu. Eylül, elinde babasının defteriyle, göl kenarında yürüyordu. Artık tüm düğümler çözülmüştü; Cemil, Mustafa, İbrahim ve en sonunda belediye başkanının da kirli sırları ortaya çıkmıştı. Yıllarca bu kasabayı yöneten, hem gölün lanetini hem insanların korkusunu kendi çıkarı için kullanan bir adamın maskesi düşmüştü. Ama yine de Eylül’ün yüreğinde tam anlamıyla huzur yoktu. Çünkü adalet sağlansa da, babasının yokluğu değişmeyen tek gerçekti.

O geceyi, limandaki depoda yaşanan son yüzleşmeyi, aklından çıkaramıyordu. Cemil’in, yüzünde hiçbir pişmanlık emaresi olmadan “Ahmet engeldi” deyişi… Mustafa’nın gözlerini kaçırışı… Ve hepsinden acısı, belediye başkanının soğukkanlı itirafı: “Bazen bir kasabanın geleceği, bir adamın yok edilmesini gerektirir.” Bu cümle, Eylül’ün belleğinde paslı bir bıçak gibi yer etmişti.

Duruşma günleri, yağmurla yıkanan kasaba sokakları gibi soğuk ve gri geçmişti. Her tanık ifadesinde, her delil sunulduğunda Eylül’ün kalbindeki öfke biraz daha katılaşıyordu. Savcı, babasının dürüstlüğünü, Cemil’in yeraltı bağlantılarını, Mustafa’nın göl çevresindeki yasa dışı işleri nasıl kolaylaştırdığını bir bir ortaya koymuştu. Ve o meşhur kaset… Babasının sesi salonda yankılanırken, birçok kişi gözyaşlarını tutamamıştı.

Mahkeme sonunda, Cemil ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı. Mustafa ve belediye başkanı da uzun yıllar hapiste kalacaktı. İbrahim zaten daha önceki davasında hüküm giymişti. Artık kasabanın karanlık gölgesi ortadan kalkmış gibiydi. Ama Eylül biliyordu ki, gerçek anlamda huzur, yalnızca gölün ve kasabanın hafızasından bu acıların silinmesiyle gelecekti.

Aylar sonra, göl kıyısında yeni bir gün doğarken Eylül ve Deniz, ellerinde sıcak kahvelerle suyun başında oturuyorlardı. Deniz, Eylül’ün omzuna yaslanmış, sessizliği bozmak istemiyordu. Bir süre sonra Eylül, defterini açtı. Sayfanın başına şu satırları yazdı: “Bu, susturulmuş bir babanın, sesini duyuran kızına bıraktığı mirastır. Adalet, bazen geç gelir… ama geldiğinde, en derin yaraları bile kapatır.”

Göl, o sabah alışılmadık bir sessizlik içindeydi. Ne uğultu, ne de esrarengiz dalga sesleri… Sanki kasaba, yıllardır sırtında taşıdığı laneti gölün dibine bırakmıştı. İnsanlar göl kıyısında yeniden piknik yapıyor, çocuklar su kenarında oynuyordu. Eylül, bu manzarayı izlerken gözlerinden yaşlar süzüldü. Babasının gülüşünü, elini omzuna koyuşunu hayal etti.

Deniz hafifçe fısıldadı: “Bitti, Eylül. Artık yeni bir hayatımız var.”
Eylül başını ona çevirdi, gözleri dolu ama yüzünde hafif bir tebessüm vardı. “Evet, bitti… Ama ben bu hikâyeyi yazmaya devam edeceğim. Çünkü unutulursa, yeniden yaşanır.”

O gün, göl kenarındaki evlerinin küçük kütüphanesinde babasının defterini en üst rafa koydu. Tozlanmasın diye değil, herkes görebilsin diye… Çünkü bu defter, sadece bir adamın değil, bir kasabanın karanlıktan çıkışının hikâyesiydi.

Ve akşam olduğunda, gölün üzerine düşen günbatımı, tıpkı ilkbaharda açan çiçekler gibi yeni başlangıçların habercisiydi. Eylül, kalbinin derinliklerinde, babasının huzur içinde olduğunu hissetti. Artık göl sadece bir göl, kasaba sadece bir kasabaydı.
Gölün kıyısında, sonbaharın serin rüzgârı Eylül’ün yüzünü okşarken, yıllardır süren karanlık hikâyenin son sayfasına gelindiğini biliyordu. İbrahim’in tutuklanmasıyla başlayan çözülme, arka arkaya gelen itiraflar ve belgelerle tüm kasabanın yüzleşmek zorunda kaldığı bir kabusa dönüşmüştü. Cemil, yıllarca göl etrafındaki yasadışı işleri yönetmiş, Mustafa bunlara göz yummuş, belediye başkanı ise bu düzenin devamı için insan hayatını hiçe saymıştı. En acısı, Eylül’ün “aileden saydığı” birinin, babasının ölümünde parmağı olduğunu öğrenmesiydi; bu ihanet, en soğuk bıçaktan bile keskin hissettirmişti. Duruşma salonu, yağmurun cama vuran sesi eşliğinde, geçmişin tüm çirkin sırlarını haykıran bir arena olmuştu. Babasının defterinden çıkan kelimeler, kasetin boğuk sesi, tanıkların titreyen ifadeleri… Her şey adım adım, yıllarca saklanan gerçekleri açığa çıkarıyordu. Sonunda verilen ağırlaştırılmış müebbet cezaları, kasabanın boynuna dolanmış zinciri kırmıştı ama Eylül’ün içinde hâlâ tamamlanmamış bir sessizlik vardı. Aylar sonra, göl kıyısındaki küçük evlerinde, Deniz’le omuz omuza otururken, elinde babasının defterini tutuyordu. Sayfanın başına titreyen ellerle şu cümleyi yazdı: “Bu, susturulmuş bir babanın, sesini duyuran kızına bıraktığı mirastır. Adalet, bazen geç gelir… ama geldiğinde, göl bile susar.” O sabah göl gerçekten sessizdi; ne uğultu ne fısıltı… Yalnızca yeni başlangıçların habercisi olan dalga sesleri. Çocuklar kıyıda oynuyor, insanlar yeniden umutla bakıyordu. Eylül, babasının gülümsemesini hayal etti; artık huzurdaydı. Deniz, “Bitti Eylül, artık yeni bir hayatımız var,” dediğinde, Eylül gülümsedi: “Evet, bitti. Ama ben bu hikâyeyi yazmaya devam edeceğim… Unutulursa, yeniden yaşanır.” Defteri kütüphanenin en üst rafına, herkesin görebileceği yere koydu. Çünkü bu hikâye, yalnızca bir adamın değil, bir kasabanın karanlıktan aydınlığa çıkışının tanığıydı. Ve gün batarken göl, yıllar sonra ilk kez özgürce nefes aldı.
taş basamakları ağır ağır indi; elinde babası Ahmet Karahan’ın defteri, cebinde paslanmış düdük, omzunda yılların yükü vardı. “Bitti,” demeyi kaç kez denemişti, sayamıyordu. Ama bitiş dediğin şey yalnızca bir cümle değil, insanın içindeki düğümün çözülmesiydi; o düğümse, yıllarca başkalarının susuşlarıyla, kendi sustuklarıyla kalın bir ipe dönmüştü. Defterin kapağını okşadı; parmak uçlarında hâlâ yağ, kâğıt ve benzin kokan depoların gölgesi vardı. Duruşmalar, ifadeler, imzalar… Cemil’in soğuk bakışları, Mustafa’nın yarım ağız itirafı, belediye başkanının kâğıt üzerindeki tertemiz imzasının ardına sakladığı çürüme… Hepsi tek tek çözüldü; ama bir düğüm, en son çözüldüğünde bile yerinde iz bırakır. Eylül, tam da o ize bakıyordu şimdi.

Duruşma salonunu hatırladı: yağmurun camlara vurduğu günlerden biriydi; gökyüzü kurşuni, mahkeme heyeti taş gibi, seyirci sıralarında fısıltılar ince bir akıntı. Babasının sesi kasetten yükseldiğinde, salondaki hava değişmişti; boğuk bir hoparlörden bile Ahmet’in gürül gürül akan vicdanı duyuluyordu. “İbrahim yalnız değildi,” diyordu kayıtta, “plan Cemil’indi; ama asıl düğümü atan, bize en yakın sandığımız biriydi.” O sözlerden sonra Mustafa’nın gözleri yerde dolaşmış, bir an için başını kaldırıp Eylül’e bakmış, sonra yine kaçırmıştı. Savcının masaya tek tek koyduğu belgeler —limandaki rüşvet ağı, göl kıyısındaki kaçak depolamalar, belediyenin ‘ıslah’ adı altında arazilere çöreklenişi— birer taş gibi üst üste yığılmış, o taşlar en sonunda duvarı yarmıştı. Cemil’in yüzünde pişmanlık değil, eskimiş bir kibir vardı: “Ahmet engeldi,” dedi, “kasabanın düzeni için bazı taşlar yerinden oynatılır.” Bir düzenin adı adalet olmasa bile, kendini adalet diye sattığında en çok dil kirlenirdi; Eylül o gün bunu iliklerine kadar duydu.

Mustafa’nın itirafı, Eylül’ün beklediği ama duymayı hiç istemediği bir kırılmaydı. Çocukluğunda kendisine balık tutmayı öğreten o ellerin, yıllar sonra babasının nefesini kesen zincirin halkalarına sürtünmüş olması… İhanet denilen şey, yabancının yumruğu gibi patlamaz; kendi evinin kapı kolu gibi tenine, avucuna uygun biçimde oturur, kapıyı açar, içeri girer. Mahkeme sonunda Cemil ağırlaştırılmış müebbet aldı; Mustafa ve belediye başkanı da uzun yıllar boyunca gün ışığını demir parmaklıkların arasından görecekti. İbrahim zaten yıllar önce cezaevinde çürümeye başlamıştı; onun gözlerinde geç kalmış bir pişmanlık, çok erken yanılmış bir gurur okunuyordu. Duruşma çıkışında Eylül’ün yanına yaklaşmaya yeltenenler oldu, “cesaretin” dediler; o yalnızca başını salladı. Cesaret bazen kalarak, bazen konuşmayarak, çoğu zaman da bütün korkuların içinde titreyerek atılan küçük bir adımdı. Onun attığı adımlar, babasının yazdığı mektupların, Yavuz’un çözdüğü kodların, Deniz’in sabahlara kadar uykusuz bekleyişlerinin üzerine basılarak çoğalmıştı.

Zeynep o süreçte Eylül’ün sessiz omzu oldu. Duruşmaların ardından kasabanın küçük kütüphanesini yeniden ayağa kaldırırken, raftan her kitap çekildiğinde tozla birlikte başka bir hikâye de kalkıyordu havaya. Zeynep, “Gölün sesi artık başka,” dedi bir gün; “eskiden insanları içeri çağıran o uğultu, şimdi sanki kıyıya doğru itiyor bizi.” O uğultu, yıllarca kasabaya korku diye dinletilmişti; oysa göl, bir aynaydı sadece — içine ne koyarsan onu büyütür, geri verirdi. Cemil’ler, Mustafa’lar, meçhul toplantılar ve mühürlü zarflar çekilince kıyıdan, yansıyan şey, çocukların gülüşü, sabahları açılan perde, ahşap iskeleye çarpan küçük dalgaların ritmi oldu.

Yavuz, kodları çözdüğü gün, defterin bir sayfasına uzun uzun baka kalmıştı. “Baban,” demişti, “kızını korumak için saklamadı hiçbir şeyi; gerçek saklanınca büyür, o bunu bilirdi. Senin yürüyüşüne, sesinin çatallandığı yerlere, sabahları uyanır uyanmaz nereye baktığına kadar not etmiş… Bütün bu rota, bir tek kişi için yazılmış: senin için.” Eylül o cümleyi duyunca bir an nefesi kesilmişti. “Beni savaşa çağırdığı için mi öfkeliyim, yoksa bu savaşı kazanabileceğime inandığı için mi minnettar?” Karışık duygular, insanın içini iki ayrı yöne çeken bir halat gibiydi; o halatı bırakmanın yolu, iki ucu birden tutup düğüm yapmaktı. Eylül, düğümleri sevmezdi eskiden; şimdi anlamıştı ki düğüm, çözülmek için vardır ve her çözüş, insanın kendi adını yeniden söylemesidir.

Deniz… O, gölün üstünde esen rüzgâr kadar görünmez ama rüzgâr kadar vazgeçilmezdi. Gece devriyelerinde sessizce takip ettiği siyah arabalar, depolara sızmadan önce ezberlediği çıkış yolları, yanlış atılan bir adımda Eylül’ü kolundan tutup geri çekişi… Hepsini birer cümle gibi hatırlıyordu Eylül. “Korkuyor musun?” diye sormuştu bir gece, limanın paslı kapısına ellerini koyup içeri bakmadan hemen önce. Deniz, “Korku iyi bir şey,” demişti; “bizi hayatta tutar. Ama korku, adımları yönetmeye başladığında, işte o zaman kayboluruz.” O sözler, mahkeme boyunca, basın kameralarının önünde, yalnız yürünmesi gereken koridorların ucunda Eylül’ün kulağında çınlamıştı. Kaybolmamışlardı. Birbirlerinin gölgesinde değil, yan yana yürümeyi becermişlerdi.

Kasaba değişiyordu. Kıyıdaki kaçak barakalar söküldü, çocuk parkının üstündeki o ürkütücü “Dikkat — su çekebilir” levhası yerini “Suya saygı duy” yazısına bıraktı. Belediye binasının girişinde, bir zamanlar isimleri dosyalarda saklanan insanların fotoğrafları sergilendi; “Bu kasabanın gerçek sahipleri” yazıyordu altında. İsimler okunurken, yaşlı kadınlar gözyaşlarını gizlemeden ağlıyor, gençler ellerinde telefon yerine çöpleri topluyordu. Zeynep kütüphaneye yeni bir bölüm ekledi: “Sözlü Tarih”. Kaybolanların, susanların, korkanların sesleri, bir kayıt cihazında titreyen dalgalar değil, başka insanların ellerine değen kelimelere dönüştü. Bir akşamüstü Eylül, bir çocuğun deftere yazdığı cümleyi okudu: “Göl bazen konuşur mu?” Altına şöyle cevap verdi: “Evet. Ama onu dinlemek için önce birbirimizi dinlemeyi öğrenmeliyiz.”

Cemil, hapishanede ilk ayını sessizlik içinde geçirdi. Avukatının tavsiye ettiği itiraz dilekçelerini imzalamadı; duvarın karşısına oturup saatlerce beklediği oluyordu. Bir gün, içeri giren görevli ona Eylül’den bir kitap getirdi —babasının defterinden doğan romanın ilk baskısı. “Okumayacağını biliyordum,” diye başlamıyordu o kitap; tam aksine, “Ne okursan osun” diye sessiz bir aynaya benziyordu. Cemil, kitabı açmadı. Açsaydı, Ahmet’in en sevdiği sayfanın kenarına düşülmüş şu notu görecekti: “Bir insanın iyi tarafı, kötü tarafıyla boğuşmaya mecburdur; zafer dediğin şey, birini öldürmek değil, içindeki karanlığa yön çizmek.” Belki de görseydi, geceleri duvarın karşısında değil, içindeki labirentin içinde otururdu. Ama her insan kendi labirentini kendi taşlarıyla örer; Cemil taşları hep dışarıdan taşımış, içini boş bırakmıştı.

Mustafa, hücresinin penceresinden göğü izlerken birkaç kez mektup yazdı Eylül’e. “Ailen saydığın birinin ihaneti affa sığar mı?” diye sormuyordu; “Büyüdüğünü gördüğüm kız, benim yüzümden büyüdüğünü de biliyor mu?” diyordu. Eylül cevap yazmadı. Affetmek, bir mahkeme kararı gibi “evet/hayır” kutularına işaret konacak bir işlem değildi. Affetmek, bazen hiçbir şey yapmamaktı; bazen bir sabah uyanır uyanmaz göle bakıp “Artık senin adınla anmak istemiyorum bu suyu” demekti. Mustafa’nın mektupları kâğıt olarak kaldı; Eylül onları ne yırttı ne sakladı, yalnızca babasının defterinin arasına değil, kendi hayatının dışına koydu.

Belediye başkanının düşüşü, kasaba için bir dönüm oldu. Çok uzun zamandır “iyilik” kelimesini yardım kolilerine, bayram konuşmalarına sıkıştıran bir düzen vardı; şimdi o kelime, çocukların okul yoluna, yaşlıların evine, göl kıyısındaki banklara yerleşiyordu. Yeni seçilen yönetim, ilk icraat olarak göl çevresine koruma bandı çekti; sazlıkların arasına sığınan kuşların uçuşu geri geldiğinde, kasabanın üstündeki görünmez bulut biraz daha dağıldı. Bir tören düzenlendi; konuşmalar yapıldı, isimler anıldı, bir taş plakanın üzerine “Ahmet Karahan Anı İskelesi” yazıldı. Eylül orada kürsünün önünden geçerken, tahtaya parmak uçlarını değdirdi. “Söz veriyorum,” diye fısıldadı, “ayıpları örtmek için değil, yaraları göstermek için yazacağım; çünkü yara gösterilmeden kabuk bağlamaz.”

Geceleri hâlâ yağmur yağdığında, o büyük gece geri dönmeye kalkışıyordu bazen; gök gürleyince kalp yerinden sıçrıyor, sileceklerin ritmi bir zamanlar depolarda duyulan metal sürtünmelerini hatırlatıyordu. Eylül korkusunu, kınanacak bir zayıflık gibi saklamayı bıraktı; Deniz’e “Korktum,” dediğinde, o korkunun içinden yeni bir güç filizleniyordu. Bir akşam, göl kıyısındaki masada otururlarken, defterin yeni baskısından bir sayfa açıp okudu: “Susturulan ses, geri döndüğünde yalnızca bağırmaz; önce fısıldar, önce kulağa, sonra kalbe, en son sokağa.” Deniz gülümsedi: “Sokağa ulaştı artık.” Ulaştığı doğruydu; kasabanın çarşısında gençler, göl için bir çizim atölyesi kurmuş, duvarlara mavi ve yeşilin elli tonunu sürmüş, sazlıklara suyun yukarıdan görünüşü gibi desenler çizmişti. Bir duvarın köşesinde küçük bir ayrıntı Eylül’ün gözünden kaçmadı: minik bir düdük çizilmiş, altına “Sinyal” yazılmıştı. O paslı düdük, bir zamanlar dehşeti çağıran bir işaretken, şimdi yardımı, bir araya gelişi, “buradayız” demeyi çağırıyordu.

Zeynep bir gün elinde bir kayıt cihazıyla geldi. “Sözlü tarihe senin sesin de lazım,” dedi. Eylül önce güldü, “Zaten yeterince konuştum,” diyecek oldu, sonra sustu. Bir sandalye çekip pencereden gölü gören yere oturdu; çocukluğunu anlattı, annesinin titreyen ellerini, babasının geç kalışlarına kızamadığı akşamları. İbrahim’in adını söylerken sesi kırılmadı; çünkü artık o isim, bir korkunun değil, bir dersin harflerine dönüşmüştü. Cemil’den bahsederken cümlelerine büyük harflerle başlamadı; çünkü kötü, her zaman baş harfleri hak etmiyordu. Mustafa’dan söz ederken suskunlaştı; ihanetin dilde karşılığı çok, kalpte karşılığı azdı. Sonra Deniz’e döndü, “İyi ki,” dedi; iki kelime, bir insanın tüm hayatını çizgi gibi toplayabilirdi.

Göl sabahları başka kokardı, bunu yeni fark ediyordu. Erken saatlerde, suyla toprak arasında, güneş yükselmeden önce, rüzgâr yosunla ağacın kokusunu birbirine karıştırır, çok eski bir masalın ilk cümlesi gibi havada asılı dururdu. O saatlerde yürümeyi alışkanlık edindi. Bazen Yavuz eşlik etti; ikisi birlikte konuşmadan yürüdükleri oldu, bazen de Yavuz geçmişten, Ahmet’in gençliğinden, ilk tanıştıkları iş günlerinden bahsetti. “İyi insanlar,” dedi Yavuz, “yanlış yapmaz diye bir şey yok. İyi insanlar, yanlış yaptıklarında bile başını çevirip gerçeğe bakmayı becerenlerdir.” Eylül, başını salladı. Bir insanı iyi yapan şeyin, hiç hata yapmaması değil, hatasını insanlığa çevirebilmesi olduğunu yeni yeni içselleştiriyordu.

Kitabın son bölümünü yazdığında günlerden pazardı. Göl kenarında küçük bir imza günü yaptılar; kasaba halkı teker teker geldi, defterin kenarına başından geçenleri yazanlar oldu. Yaşlı bir amca, bastonuna dayanıp uzun dizeler mırıldandı; “Eskiden gölden korkardık,” dedi, “meğer korktuğumuz birbirimizmiş.” Eylül kalemi kaldırdı, bir süre gökyüzüne tuttu; güneş ışığının metal uca vurup geri sıçrayışını izledi. Son satırı yazmadan önce, içinden babasına seslendi: “Bak, baba, adını bir lanetten değil, bir dayanışmadan anıyoruz.” Sonra kâğıda, ağır ağır, şu cümleyi bıraktı: “Göl, artık yalnızca su.”

Akşamüstü, Deniz’le iskelede yan yana oturdular. Sular çekilmiş değildi, bununla birlikte fırtınanın yarıp geçtiği yılların izleri kıyıda belli belirsiz duruyordu; ama iz, yara değildi artık, bir hatırlatmaydı. “Bitti,” dedi Deniz yumuşak bir sesle. “Evet,” dedi Eylül, “ama biten yalnızca karanlık. Bizim işimiz yeni başlıyor.” Soracak çok çocuk, anlatacak çok yaşlı, yazacak çok sayfa vardı; ama bir hayatın bütününe yayılacak acele yoktu artık. Eylül başını Deniz’in omzuna yasladı; göğsünün içi, ilk kez, gerçekten boştu — iyi anlamda boş: kinle dolu olmayan, intikamla taşmayan, yeni seslere yer açan bir boşluk.

Gece, göl yıldızları yansıttığında, evin penceresinden içeri giren serinlik defterin sayfalarını hafifçe havalandırdı. Eylül defteri kütüphanenin en üst rafına koydu, yanına babasının dolmakalemini bıraktı. Rafın kenarına, paslı düdüğü küçük bir kancayla astı: artık korkunun değil, yardımlaşmanın işaretiydi. Lambayı kapatmadan önce pencereye yürüdü; karanlık su, gökyüzündeki yıldızların titrek kopyasıyla gülümsüyor gibiydi. “Baba,” dedi neredeyse duyulmaz bir fısıltıyla, “seni kanla değil, sözle geri getirdim.” O söz, odanın içinde dolaştı, duvarlara çarptı, raflara dokundu ve pencerenin ince aralığından göle doğru çıktı.

Sabah olduğunda, kasaba uyanırken bir şey artık kesinleşmişti: Kayıp sesler dönmüştü. Ama dönüşleri bir çığlık şeklinde değildi; pazar yerinde pazarcının “taze domates” diye bağırışında, okul yolunda iki çocuğun tartışıp gülüşünde, kütüphanede sayfa çeviren parmakların tıkırtısında, iskelede oltasını saran yaşlının mırıldanmasında, akşam ezgisiyle evine dönen kedinin miyavında… Kayıp sesler, hayatın sıradan yerlerine dönmüştü; çünkü adalet en çok sıradan hayatlara yakışıyordu. Göl, yalnızca su oldu; kasaba, yalnızca kasaba. Ve Eylül, yalnızca Eylül: bir kız çocuğunun, bir kadının, bir yazarın, bir insanın tek bir bedende buluştuğu o sade hakikat.

Gün batımında, rüzgâr hafifledi, su yüzeyi pürüzsüz bir cam gibi uzandı. Eylül, kapının eşiğinde durdu, içeri girerken son kez geriye baktı. İçinden bir cümle geçti, kimse duymadı; ama o cümle yazının kaderine işlendi: “Unutulursa yeniden yaşanır.” Sonra kapıyı kapattı. Göl nefes aldı. Kasaba da. Ve hikâye, olması gerektiği yerde —yaşantının içinde, insanların dilinde— sürecek kadar tamamlandı.

Toplamda dört kişi doğrudan veya dolaylı olarak cinayette yer alıyor:

1. İbrahim – Fiziksel Katil

Cinayet zincirinin ilk halkası İbrahim’di. Babana kurşunu sıkan, onun son nefesini gören kişi oydu. Ancak işin aslı, o gece İbrahim kendi kararını vererek hareket etmemişti. Cemil tarafından yönlendirilmiş, kasıtlı yanlış bilgilendirmelerle doldurulmuştu. Ona, babanın kendisini “satmak” üzere olduğu yalanı söylenmişti. Bu öfke patlamasıyla hareket etmişti. Yargı sürecinde ilk itirafı da İbrahim yaptı, ama bu sadece kendi suçunu değil, perde arkasındaki isimleri de ortaya dökmeye başladı.

2. Cemil – Azmettirici ve Organizatör

İşin asıl beyni Cemil’di. İbrahim’in öfkesini kullanarak onu cinayete sürükledi. Ama nedeni yalnızca kişisel husumet değildi; göl çevresindeki yasadışı işler, arazi satışları ve belediye içindeki yolsuzlukları babanın ortaya çıkarma ihtimali, Cemil’in düzenini tehdit ediyordu. Yıllar boyunca arkasında iz bırakmadan iş çevirmişti ama babanın dürüstlüğü ve kasabadaki nüfuzu, onun en büyük engeliydi. Cemil’in adı, İbrahim’in mahkemede verdiği ifadeler ve kasabanın eski kütüphanesinden çıkan belgelerle kesinleşti.

3. Mustafa – İçeriden İhanet Eden

Mustafa, babanın en yakınlarından biriydi; ancak sadakati kırılmıştı. Bir dönem Cemil’le birlikte çalışmış, bazı küçük çıkarlar karşılığında ona bilgi sızdırmıştı. Babana ait önemli belgelerin kaybolması, planların önceden bilinmesi hep Mustafa sayesinde olmuştu. En acısı ise, babanın ölümünden sonra Eylül’e “Ben de şaşkınım” diyerek kendini masum göstermesiydi. Gerçekler ortaya çıktığında, Eylül’ün yaşadığı ikinci büyük yıkım bu oldu.

4. Belediye Başkanı – Koruyucu Güç ve Delil Örtbasçısı

Belediye başkanı doğrudan cinayeti işlemedi ama sonrasında en kritik rolü oynadı. Olayın hemen ardından delillerin kaybolması, görgü tanıklarının susturulması ve polis dosyalarının yavaşlatılması onun sayesinde oldu. Çünkü Cemil’le hem siyasi hem de ticari ortaklığı vardı. Gölde yapılacak turizm projeleri, yasadışı arazi satışları ve ihaleler, babanın varlığıyla sekteye uğrayacaktı. Bu yüzden cinayetin üstünü örtmek, onun çıkarına oldu.
Gölün üstünde akşamın turuncu ışığı süzülürken, kasabanın sokaklarında ağır bir sessizlik vardı. Bu sessizlik, yaklaşan fırtınanın habercisiydi. İlk hedef İbrahim’di. Polis, eski liman deposunun arkasında, yıllarca saklandığı karanlık köşede yakaladı onu. Eylül, uzaktan izliyordu. İbrahim’in bileklerine kelepçe vurulurken gözleri bir an Eylül’le buluştu. O bakışta hem suçluluk hem de kırık bir pişmanlık vardı; sanki “Ben sadece piyon oldum” demek istiyordu ama kelimeler boğazında düğümlenmişti. Sorgu odasında saatlerce süren sessizlikten sonra, Eylül içeri girdi. Masanın karşısına oturdu. “Babamın gözleri hâlâ aklımda,” dedi Eylül, sesi titreyerek. “Sen o gözleri söndürdün.” İbrahim başını eğdi, ilk cümlesi yavaşça çıktı: “O gece… tek değildim.”

İbrahim’in itirafı Cemil’in yakalanmasının kapısını açtı. Cemil, yıllarca göl kıyısındaki balıkçı barınağını kontrol üssü gibi kullanmıştı. Polis baskını, yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir gecede yapıldı. Cemil, sigarasını yarıda bırakıp kapıya koştuğunda çok geçti; etrafı silahlı polislerle çevrilmişti. Sorgu odasında Cemil’in tavrı farklıydı. Ne korku ne pişmanlık… sadece kibir. Eylül, onun karşısına oturduğunda Cemil alaycı bir gülümsemeyle “Senin baban çok dürüsttü, Eylül,” dedi. “Bu kasabada dürüst olanlar uzun yaşamaz.” Bu sözler Eylül’ün kanını dondurdu. Fakat elinde babasının defterinden çıkan belgeler vardı; satır satır, Cemil’in tüm kirli işlerini yazıyordu. Cemil o an anladı ki bu defter, onun en güçlü düşmanıydı.

Üçüncü halka Mustafa’ydı. Onun yakalanışı en sessizi ama Eylül için en acısıydı. Çocukluğundan beri “ağabey” dediği adamın, babasına ihanet ettiğini öğrenmek, Eylül’ün yüreğinde ikinci bir ölüm açmıştı. Polis onu kasabanın kenar mahallesindeki küçük bir tamirhanede buldu. Mustafa, göz göze geldiklerinde başını öne eğdi. “Ben istemedim,” dedi. “Cemil beni tehdit etti.” Ama Eylül biliyordu, bazı ihanetler korkudan değil, çıkar için yapılırdı. Sorgu sırasında Mustafa’nın elleri titredi; kendi çıkarı için sattığı güvenin bedelini ilk kez hissediyordu.

Son halka, en güçlü korumaya sahip olan belediye başkanıydı. O, kasabanın en “saygın” yüzüydü, ama perde arkasında cinayetin en büyük koruyucusuydu. Onun yakalanışı, tüm kasabada deprem etkisi yarattı. Adliye önünde toplanan kalabalık, yıllardır susturulmuş öfkesini haykırıyordu. Belediye başkanının yüzündeki soğuk ifade, kelepçeler bile takılırken bozulmadı. Ama mahkeme salonunda, İbrahim, Cemil ve Mustafa ile aynı anda oturduğunda, o soğuk maske ilk kez çatladı. Dört koltuk, dört ihanet… Eylül ise tanık kürsüsünde, babasının defterini elinde tutuyordu. Her bir sayfa, dört farklı yüzün suçunu haykırıyordu.

Hakim kararını açıkladığında, salonda nefesler tutuldu:

İbrahim: ağırlaştırılmış müebbet.

Cemil: ağırlaştırılmış müebbet ve mal varlığına el koyma.

Mustafa: uzun süreli hapis.

Belediye Başkanı: Görevi kötüye kullanma, cinayeti örtbas etme ve yolsuzluktan hapis.


Eylül, kürsüden indiğinde Deniz onu karşıladı. Dışarıda yağmur durmuş, gölün üstünde puslu bir huzur belirmişti. Artık kasaba gölgesinden çıkmıştı. Ama Eylül biliyordu: bazı yaralar asla kapanmaz, sadece kabuk bağlar. Yine de, adaletin geldiği o an, gölün sesi bile kesilmişti.

Zamanla kasaba değişmeye başladı. Göl kenarındaki eski fısıltılar yerini çocuk kahkahalarına bıraktı. İnsanlar artık gölden korkmuyordu. Balıkçılar yeniden ağlarını atıyor, gençler kıyıda şarkılar söylüyordu. Ama gölün üzerinde hep hafif bir hüzün dalgası kalıyordu; çünkü o göl, bir babanın kanını saklamış, bir kızın gözyaşlarını taşımıştı.

Eylül’ün en büyük yüzleşmesi, yıllar sonra gölün kenarına tek başına gittiği o geceydi. Elinde babasının defteri, ay ışığının suya vurduğu sessiz bir anda, dizlerinin üzerine çöktü. Defteri göğsüne bastırdı ve fısıldadı:
“Baba… Artık gerçeği herkes biliyor. Katillerin yüzünü ortaya çıkardım. Adalet geldi. Ama içimdeki özlem… işte o hiç gitmeyecek. Senin sesini kaybettim ama izini buldum. Senin onurunla yaşıyorum.”

Gözyaşları göle düştü. Su halkalar halinde büyüdü, sanki göl onun acısını kucaklıyordu. Rüzgar yaprakları savurdu, o an gölün fısıltısı farklı geldi ona: bir huzur, bir vedâ. Ve Eylül anladı: Babası artık huzur bulmuştu.

Yıllar geçti. Kitap yayıldı, sadece kasabada değil başka şehirlerde de okundu. “Kayıp Seslerin Gölgesinde” bir kızın adalet yolculuğu olarak insanlara umut verdi. Eylül ve Deniz’in çocukları oldu. Onlara gölün kenarında oyun oynarken bakarken Eylül’ün içi titredi; çünkü bir zamanlar bu göl onun için karanlığın sembolüydü, ama şimdi kahkahaların yansıdığı bir aynaya dönüşmüştü.

Ve romanın son sayfası, Eylül’ün kendi kalemiyle yazdığı cümleyle kapandı:
“Geçmişin gölgeleri, sesleri boğmaya çalıştı. Ama biz susturulmadık. Çünkü gerçek, en karanlık gölde bile yankılanır. Ve ben o yankıyı duyurabildiğim için artık huzurluyum.”

Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Bir şehir efsanesi uydursan ve herkesin buna inanmasını sağlasan, konusu ne olurdu?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.