Eylül pencerenin önünde, sabahın gri ışığında göle bakıyordu. Yıllardır peşinden sürüklediği karanlık, artık geride kalmıştı. İbrahim adalete teslim edilmişti. Babasının adı temize çıkarılmış, kasaba nihayet gerçeği öğrenmişti. Ve o, Deniz’le evlenmişti… Mutluluğu hak ettiğine kendini ilk kez bu kadar yakın hissediyordu.
Ama yine de kalbinin bir köşesinde bir şey vardı. Tam tarif edemediği bir his… Belki de çok uzun süre savaşmak zorunda kalmış birinin alışamadığı huzur haliydi bu. Sessizlik, her zaman bir şeylerin habercisiydi. En az fırtına kadar ürkütücü.
Deniz, elinde kahveyle yanına yaklaştı. “Yine mi yazmaya başladın?” dedi gülümseyerek.
Eylül başını salladı. “Yazmazsam boğulacakmışım gibi hissediyorum.”
Kalemini deftere bastırdı. İlk cümlesini yazdı:
"Bazen bir savaş biter, ama içindeki yankısı kolay kolay susmaz."
Deniz onun saçlarını okşadı. “Kabuslar hâlâ geliyor mu?”
Eylül sessizce kahvesinden bir yudum aldı. “Artık uykumda değil, uyanıkken görüyorum bazı şeyleri. Birinin beni izlediğini hissediyorum. Sanki göl, bana bir şey anlatmaya çalışıyor.”
Deniz ciddileşti. “Eylül… her şey bitti. Katil bulundu. Baban onurlu biri olarak anılıyor artık. Bu defteri kapatmalısın.”
Ama Eylül içgüdülerine güvenirdi. O yıllardır bastırılmış sırların, susturulan seslerin arasında büyümüştü. Şimdi her şey bitti sanılıyordu ama… içten içe bir şeylerin yeni başladığını biliyordu.
Göl... yine sessizdi. Ama artık o sessizlik, bir huzurun değil; yaklaşan bir gerçeğin sessizliğiydi.
Eylül’ün evliliği herkes için bir son gibi görünüyordu ama onun için yalnızca yeni bir başlangıçtı. Evliliğin ilk haftalarında her şey, olması gerektiği gibiydi. Sessiz sabahlar, ortak kahvaltılar, kitap sayfalarının çevrilme sesiyle dolu akşamlar... Fakat gölün kıyısında yaşamanın bir bedeli vardı. Sessizlik, bazı geceler Eylül'ü uyutmuyordu.
O günlerden birinde, sabaha karşı dört sularında uyanarak dışarı çıktı. Göle baktığında, yüzeyinde yavaşça süzülen bir sandalı fark etti. Sandal boştu. Ne kürek vardı, ne de bir iz. Sadece ilerliyor, gölün tam ortasında duruyor ve öylece kalıyordu.
“Deniz!” diye seslendi, ama kocası derin uykudaydı.
Ertesi gün kasabada garip bir söylenti dolaşmaya başladı. Genç bir adam, göl kenarındaki yürüyüş sırasında bir çift eski ayakkabı bulduğunu, yanında ise nemden solmuş bir not kağıdı olduğunu anlatıyordu. Kağıtta sadece şu yazıyordu:
"Gerçek, gölün dibinde değil. O, hâlâ aramızda yürüyenlerde."
Bu söz, Eylül’ün içinde yeniden bir fırtına kopmasına neden oldu. Bu notu biri kasıtlı mı bırakmıştı? Yoksa göl hâlâ konuşmaya devam mı ediyordu? Zihninde tek bir soru yankılandı:
“İbrahim gerçekten yalnız mıydı?”
Bu soru, onun hem kendi huzurunu hem de kasabanın huzurunu yerle bir edecek bir arayışa sürükleyecekti. Bir kez daha...
Günler geçtikçe Eylül, babasının ölümünün ardındaki olayları tekrar düşünmeye başladı. Ahmet Karahan, doğruluğu ile bilinen bir adamdı. Ama ona en çok zararı veren şey, geçmişte bazı insanları korumaya çalışması olmuştu. Eylül şimdi, o eski defterleri, mektupları ve belgeleri tekrar gözden geçirmeye başladı.
Yeni bulduğu bir mektupta şu yazıyordu:
"Ahmet, yaptıklarımızın bedelini bir gün biri ödeyecek. Sen susabilirsin ama göl susmaz."
İmza yoktu.
Bu mektup, İbrahim dışında başka kişilerin de karanlıkta rolü olduğunu gösteriyordu. Belki de İbrahim sadece piyondu… Belki de asıl yüzler hâlâ gölgelerdeydi.
Eylül artık susamazdı. Bu defa sadece babası için değil, kendi huzuru için de devam etmeliydi. Deniz, her ne kadar onu korumak istese de bu yolculukta Eylül'ü durduramayacağını biliyordu.
Ve bir gece, Eylül defterine şu satırları yazdı:
“Ben şimdi yeni bir sessizliğin izini sürüyorum. Babamın değil, kendi geçmişimin yankısında yürümeye başladım. Bu sefer yalnız değilim ama yine de yalnız hissediyorum. Çünkü bazı gerçekler, insanı bir başına bırakır.”
Göl kıyısında başlayan bu yeni arayış, artık Eylül'ün iç yolculuğuna dönüşmüştü. Ve bu yolculukta her sessizlik, bir çığlığa dönüşecekti.
Eylül’ün içi içini yiyordu. Göldeki sandal, isimsiz not, babasına gönderilmiş imzasız mektup… Hepsi, susturulduğunu düşündüğü geçmişin hâlâ diri olduğunu haykırıyordu. Sadece Eylül değil, kasaba da farkındaydı bir şeylerin değiştiğinin. İnsanlar artık göle sırtını dönmüyor, ürkek bakışlarla izliyordu. Çünkü herkes biliyordu: Göl, ne zaman sessizleşse bir şeyleri saklıyordu.
Eylül, günlerce yazı yazamadı. Kitaplarını açtı, kapattı. Kalem eline yapışmadı. Bir akşam, rüzgârın çatıdaki kiremitleri oynattığı bir sessizlikte, mutfağa indi. Pencereden dışarı baktığında, göl kenarındaki eski bekçi kulübesinde bir ışık fark etti.
O kulübe yıllardır kullanılmıyordu.
Ertesi sabah, kulübeye gitmeye karar verdi. Deniz, şüpheli buldu ama Eylül’ün gözündeki kararlılığı görünce karşı çıkmadı. “Yalnız gitme,” dedi. Ama Eylül gitti. Yalnızca ayakkabılarının sesleri eşlik etti ona. Kasaba henüz uyanmamıştı.
Kulübeye vardığında içeri girdi. İçerisi sandığından daha düzenliydi. Toz yoktu. Camlar silinmişti. Ve tam ortada, üzerinde eski çizimlerin, isimlerin kazındığı bir masa duruyordu. Masanın üzerinde yalnızca bir zarf vardı. Üzerinde kendi adı yazıyordu.
“EYLÜL KARAHAN”
Zarfı açtığında içinden iki şey çıktı. Biri, yıllar önce babasına ait bir fotoğraftı. Ahmet Karahan, bir grup adamla poz veriyordu. Hepsi tanıdık simalardı: Kasabanın ileri gelenleri, geçmişte her şeyi yönetenler. Ama fotoğrafın köşesinde duran kişi tüylerini diken diken etti. Bu adamın yüzü ona yabancı değildi. Ama o yüz… o yüz İbrahim’e aitti. Ya da ona çok benzeyen birine.
İkinci kâğıt ise bir başka nottu:
“İbrahim sadece eli kirlenendi. Asıl karar vericileri göl yutmadı. Hâlâ yaşıyorlar. Ve seni izliyorlar.”
O an bir adım geri çekildi Eylül. Kalbi hızlı atıyordu. Kulübeden dışarı çıktı ama gölün kıyısında onu biri bekliyordu. Yaşlı bir adam. Saçları ak, elleri bastonlu… ama gözleri… Gözleri tıpkı babasının gözleriydi.
“Eylül…” dedi adam. “Ben seni yıllardır bekliyordum.”
“Sen… kimsin?” diye sordu Eylül.
“Ben, Ahmet’in sırrını bilen son kişiyim. Ve senin gibi birinin gelip bu sırrı taşıyacağını biliyordum. Ahmet, yalnızca bir katilin hedefi olmadı. O, bir düzeni bozuyordu. Kasaba, sandığından daha kirli. Ve şimdi... o geçmiş, seni susturmak istiyor.”
Eylül bir an nefes alamadı.
“Ben susmam,” dedi sessizce. “Bunu herkes bilsin.”
Yaşlı adam başını salladı. “Sana yardım edeceğim. Ama önce bir şey bilmelisin. O fotoğraftaki gençlerden biri hâlâ hayatta. Ve o, bu işin baş mimarı.”
“Kim o?” diye sordu Eylül.
Adam sadece şu iki kelimeyi söyledi:
“Cemil Yılmaz.”
Eylül dondu kaldı. Cemil… Babasının en yakın arkadaşı… Onu koruyan, destekleyen adam… Meğer her şeyin perdesi onun yüzünde saklıymış.
O gece Eylül defterine şunları yazdı:
> "Gerçeklerin gölgesi, insanın en yakınındakinden gelir bazen. En güvendiğin, seni sırtından vurur. Göl yansıtmaz bazen hakikati, gizler. Ama ben artık bakmayı değil, içine dalmayı seçiyorum. Boğulsam da bu yolda, babamın sustuğu yerde ben konuşacağım."
Kasabada yıllar boyunca süren sessizlik, artık yavaş yavaş çatlıyordu. Eylül’ün Deniz’le yaptığı evlilik, sadece bir kalp birliği değil, aynı zamanda mücadelede yeni bir sayfanın da başlangıcıydı. Düğün sonrasında, herkes onların huzura kavuştuğunu düşünüyordu. Oysa Eylül için bu bir “son” değil, sadece “karanlıkta kalan son sesleri duyurma savaşı”nın ilk adımıydı.
Ahmet Karahan’ın ölümünün arkasında yalnızca İbrahim’in olmadığını öğrenmek, Eylül’ün içini daha da kanatmıştı. Babası yalnızca bir dost tarafından değil, kasabanın suskun çoğunluğu tarafından da ihanete uğramıştı. Bu gerçeği kabul etmek zordu. Ama göz ardı etmek daha zordu.
Kütüphaneden çıkan belgeler, yeni ipuçları sunuyordu. Ahmet’in ölümünden birkaç gün önce tuttuğu notlarda şu satır dikkat çekiciydi:
> “Sessizlik, çoğu zaman suçun maskesidir. Eğer bir gün bu defter bulunursa, bilin ki ben susturulmak isteniyorum. Ve eğer biri beni susturursa, o kişi sadece ellerini değil, kalbini de kirletmiş olur.”
Eylül, bu satırları tekrar tekrar okudu. Kimdi bu sessizliğin ortakları?
Cemil Yılmaz, en büyük adaydı. Yıllarca Ahmet’in yanında olmuş, dost gibi görünmüş, sonra da ortadan kaybolmuştu. Ahmet’in ölümünden sonra kasabadan gitmişti. Ama Eylül’ün elindeki belgeler, Cemil’in aslında olayın hemen ardından kasabanın güneyindeki eski taş ocağına gittiğini gösteriyordu. Ve orada bir şey ya saklıyor ya da bir şeyden kaçıyordu.
Eylül ve Deniz, ellerindeki haritayla yola çıktılar. Yıllardır terk edilmiş olan taş ocağının önüne geldiklerinde, orada rastladıkları bir ihtiyar onları şaşırttı.
“Ahmet’in kızı mısın sen?” diye sordu yaşlı adam.
Eylül başını eğdi. “Evet… Onun adını temize çıkarmaya geldim.”
İhtiyar bastonuna yaslanıp derin bir nefes aldı. “Baban doğru bir adamdı. Ama bu kasaba, doğru adamlardan hep korktu.”
O anda Eylül fark etti: Bu cinayet, sadece bireysel bir öfkenin değil, yıllarca birikmiş korkunun ve çıkar ilişkilerinin ürünüydü.
İhtiyar, onları taş ocağının arka kısmına yönlendirdi. Orada, duvarın arkasına gizlenmiş bir küçük kutu vardı. Kutunun içinde, eski bir kaset ve bir mektup. Kasette, Ahmet Karahan’ın ses kaydı vardı.
> “Eğer bu sesi duyuyorsanız, ben artık hayatta değilim demektir. Bu kasabada sadece beni değil, gerçeği de öldürmek istiyorlar. Ama eğer biri çıkar ve bu sesleri duyarsa… gölgeler dağılır. Ve sesler tekrar yankılanır…
Eylül gözyaşlarını tutamadı. Bu ses, babasının sesi değil sadece; adaletin ve vicdanın sesiydi.
Deniz, kaseti cebine koydu. “Bunu herkes duymalı. Saklanmamalı artık.”
Eylül başını salladı. “Bu sesin yankısı, sadece bu kasabada değil, her susturulanın kalbinde duyulacak. Bize düşen, yankıyı büyütmek.”
Taş ocağından döndüklerinde, Eylül’ün elinde artık sadece bir ses kaydı değil; yıllarca bastırılmış bir hakikatin yankısı vardı. O gece, kasetin kopyasını çıkarıp kasabanın ileri gelenlerine, belediyeye ve yerel gazeteye yolladılar. Ama bekledikleri destek gelmedi.
Sessizlik... Tıpkı Ahmet Karahan’ın zamanında olduğu gibi.
“Baban hâlâ susturuluyor,” dedi Deniz, dişlerini sıkarak. “Ama bu sefer biz susmayacağız.”
Eylül, annesinin yıllar önceki notlarını da gözden geçirmeye başladı. Annesi, babasının ölümünden önce her gece kâbuslarla uyanırmış. Ve bir defterin arasına sıkıştırdığı şu cümle, her şeyi altüst etti:
> “İbrahim sadece elçiymiş. Ahmet’in kanı, birden fazla el tarafından taşınmış.”
Bu satır, olayın derinliğini açığa çıkarıyordu. İbrahim, suçun simgesi olmuştu ama yalnız değildi. Eylül artık biliyordu: Babasını sadece bir kişi değil, sistematik bir suskunluk zinciri öldürmüştü.
Araştırmalar onları, kasabanın en eski ailelerinden biri olan Demirağlara götürdü. Demirağ Ailesi, yıllarca kasabanın ekonomik damarlarını ellerinde tutmuş, birçok karanlık işe karışmış ama asla ortaya çıkmamıştı. Ahmet Karahan, bu ailenin gençlerini kötü yollardan korumaya çalışırken hedef hâline gelmişti.
Eylül ve Deniz, Demirağların eski çiftliğine gizlice gitti. İçeride buldukları belgeler, Demirağların Ahmet’in ölümünden bir gün sonra kasabadan neden uzaklaştıklarını gösteriyordu: Cemil, onlardan korkmuştu. Onlar tarafından tehdit edilmişti. Bu yüzden sustu, bu yüzden kayboldu.
Çiftlikteki bir gizli geçitte, Eylül eski bir kaset daha buldu. Bu defa konuşan, Cemil’in ta kendisiydi:
> “Ahmet haklıydı. Ama ben korktum. Beni ve ailemi tehdit ettiler. O gece İbrahim’i onlar gönderdi. Ben yalnızca izledim... sustum. En büyük suç benim suskunluğumdu.”
Eylül, dizlerinin üzerine çöktü. “Cemil... sen de...”
Deniz onu kaldırdı. “Savaş büyüyor Eylül. Ama bu karanlığı temizlemek senin kaderin oldu artık.”
Olaylar artık kontrolden çıkıyordu. Kasabada fısıltılar artmıştı. Eylül’ün geçmişi kurcaladığı, Demirağlara bulaştığı duyulmuştu. Bir gece evlerinin camına bir taş atıldı. Taşa sarılı bir not vardı:
> “Geçmişin peşini bırak. Yoksa senin de sonun baban gibi olur.”
Ama Eylül artık o korkan, susan kız değildi. Bu tehdit onu yıldırmadı, bilakis kamçıladı.
Ertesi sabah kasabanın meydanına çıktı. Elinde hoparlörle babasının ses kaydını açtı. Herkesin içinde. Cemil’in itirafını da yayınladı. Kalabalık önce durdu, sonra insanlar birbirlerine bakmaya başladı. Kimileri başını eğdi, kimileri ağladı.
Ve bir kadın öne çıktı. Kasabanın eski hemşiresi. Yıllarca susmuştu ama artık o da konuşmaya hazırdı.
“Ben de biliyordum,” dedi. “Ahmet bana gelmişti. Demirağların oğlu bir kızı taciz etmişti. Ahmet, onu savununca tehdit aldı. Ben sustum. Ama artık susmak istemiyorum.”
O anda başka bir ses daha yükseldi. Kasabanın eski öğretmeni: “Ben de duydum Ahmet’in uyarılarını. Ama inanmadım. Şimdi pişmanım.”
Meydanda zincir çözülmüştü. Yıllarca süren korku, vicdanın ağırlığına dayanamamıştı. Eylül’ün sesi, babasının sesi olmuştu. Ve o gün, kasaba tarihinde ilk defa, susturulan birinin sesi herkesi konuşturmuştu.
Olaylar resmi soruşturmaya dönüştü. Demirağlar hakkında deliller savcılığa ulaştırıldı. Cemil, kendi isteğiyle teslim oldu ve tanıklık yapmayı kabul etti. Bu, yıllar süren karanlığın sonunda ilk adalet ışığıydı.
Adalet tekeri dönmeye başlamıştı ama kasabanın altı hâlâ karanlık sırlarla doluydu. Mahkeme süreci başlamadan önce Eylül, babasının eski eşyaları arasına gömülmüştü. Her kağıtta, her satırda biraz daha kendini arıyordu. Bir mektup buldu. Kapağında sadece tek bir kelime yazıyordu:
“Kızım.”
Eylül, elleri titreyerek açtı. Mektupta Ahmet Karahan’ın kendi el yazısı vardı:
> “Bana baba diyen gözlerin bir gün bu gerçeği okuyacak mı, bilmiyorum. Ama saklamak artık suç. Gerçeğin er ya da geç seni bulacağını biliyordum.”
> “Eylül… sen benim canımsın ama öz kızımsın diyemem. Seni bir bataktan çıkardım. Gerçek baban, o karanlık insanlardı. O dünyaya seni teslim edemezdim. Seni ben büyüttüm, ben sevdim. Kan bağımız olmasa da ruh bağımız, dünya durdukça kalacak.”
Eylül bu satırlarla yere yığıldı. Soluklanamadı. İçinde fırtınalar koptu. Ahmet Karahan, öz babası değildi.
“Ben kimim?” diye sordu sessizce.
Deniz, mektubu okuduğunda Eylül’e sarıldı. “Bu seni değiştirmez. Ahmet seni sevdi, büyüttü, korudu. Kimin kanından olduğun değil, kimin yüreğinde yer aldığın önemlidir.”
Ama Eylül için bu cümle artık yeterli değildi. Babası sandığı adamın ölümüyle başlayan yolculuk, şimdi kimliğini bile sorgulatıyordu. Kendini yeniden inşa etmek zorundaydı.
Mahkeme günü yaklaştıkça kasabada tansiyon arttı. Demirağlar, parayla susturdukları tanıkları geri kazanmaya çalıştı. Ancak Cemil’in itirafı, hemşire ve öğretmenin açıklamaları, davayı sarsılmaz hâle getirmişti.
Eylül, mahkemeye tanık olarak çağrıldığında, salonda sadece gözlerle değil, vicdanlarla da yüzleşti. Mikrofonu eline aldığında bir sessizlik oldu. Sonra sesi yükseldi:
> “Babam dediğim adamı susturdular. Sadece birini değil, bütün kasabayı susturmak istediler. Bu dava, sadece bir cinayetin değil, yılların suskunluğunun davasıdır. Burada sadece bir adam değil, bir düzen yargılanıyor.”
Hakim sessizce başını eğdi. Avukatlar bile not almayı bırakmıştı.
O sırada salondan bir adam ayağa kalktı. Cübbeli, yaşlı bir adam. Yıllar önce kasabanın savcısıymış.
“Ben de konuşmak istiyorum,” dedi. “Ben de sustum. O gece Ahmet’in ölümünü örtbas etmem istendi. Emrim altındakiler bana baskı yaptı. Ben de dosyayı kapattım. Ama o dosya hâlâ arşivde. Onu getirdim. Delilleriyle.”
Dosya açıldığında salon buz kesti. Eski polis tutanakları, susturulan tanıklar, değiştirilen otopsi raporu… Hepsi oradaydı. Cinayetin sadece bir olay değil, bir plan olduğu belgelenmişti.
Hakim duruşmayı ileri bir tarihe erteledi. Ama artık herkes biliyordu: Geri dönüş yoktu.
O gece Eylül evde yalnız kaldı. Bahçede bir sandalye çekip gökyüzüne baktı. Rüzgar hafifti. Gökyüzü, ne geçmişin karanlığını ne de geleceğin belirsizliğini anlatıyordu. Sadece oradaydı.
Birden fısıltı gibi bir ses geldi:
> “Ben seninle hep gurur duydum.”
Arkasına döndü, kimse yoktu. Ama o sesi tanıyordu. Babasının sesi. Kalbinde duyduğu.
Eylül, artık adını biliyordu. Ahmet Karahan’ın kızı değildi belki ama onun mirasını taşıyordu. Susturulanların sesi, yok sayılanların gölgesiydi o.
Sabah, defterinin başına geçti. Sayfanın en üstüne şunu yazdı:
> “Benim adım Eylül. Bir babanın susan sesi, bir kızın konuşan kalbi, bir halkın yeniden doğan vicdanıyım.”
Ve yazmaya devam etti...
Kasaba artık sessizdi. Eylül, olan biten her şeyin ardından evlenmiş, kendiyle barışmanın yollarını aramaya başlamıştı. Ama sessizlik, çoğu zaman huzurdan çok, içten içe konuşan bir hatırlatmaydı. Her gece yatağına uzandığında babasının sesi kulağında yankılanıyordu. Ahmet Karahan… Sadece bir baba değil, bir hafıza, bir adalet mücadelesiydi. Ve Eylül, bu mücadelenin merkezine doğmuştu.
İbrahim’in cezasını alması, kasabanın üzerindeki tozu kaldırmıştı ama altta kalan gerçekler henüz tamamen ortaya çıkmamıştı. Ahmet Karahan’ı öldüren sadece bir kurşun değildi. Onu hayatta yalnız bırakıp, susturan da kasabanın sessiz ortaklarıydı. Eylül bunu her geçen gün daha çok hissediyordu.
Bir sabah göl kenarında yürürken, yaşlı bir kadın ona yaklaştı. Üzerindeki gri hırka, rüzgârla birlikte sallanıyordu. Gözlerinde yılların yorgunluğu vardı ama aynı zamanda keskin bir bakışla konuştu:
“Sen Ahmet’in kızısın, değil mi?”
Eylül başını salladı.
“Ben onun gençliğinde yardım ettiği kadınlardan biriyim. Cemil’in karanlık işlerine karşı tanıklık edecektim, ama sonra bir sabah ortadan kayboldum. Tanık koruma programına alındım. Sadece senin için buraya geri döndüm. Ahmet seni korumak için çok şey yaptı. Ama onu susturan sadece İbrahim değildi.”
Bu cümle Eylül’ün içinde bir şimşek gibi çaktı. “Kimdi diğerleri?” diye sordu.
Kadın başını eğdi. “Bunu sana yazılı olarak bırakacağım. Konuşmam riskli olabilir. Ama artık gerçeklerin zamanı geldi.”
O an Eylül’ün gözleri doldu. Yıllarca babasının tek bir düşmanı olduğunu düşünmüştü. Oysa karşısında bir sistem, bir yapı, bir çete vardı belki de. Göl, bu yüzden lanetliydi. Çünkü içine yalnızca beden değil, sır da gömülüyordu.
Ertesi gün kadın kasabayı terk etti. Ama arkasında bıraktığı dosya Eylül’ün ellerinde yanıyordu adeta. İçinde Cemil’in kasabadaki uyuşturucu ve arazi rantına dair bilgileri, Ahmet Karahan’ın bunları nasıl belgelediği, ve onun susturulması için nasıl bir plan yapıldığına dair notlar vardı.
İbrahim, bu planda yalnızca bir piyondu. Babasının katili oydu, evet. Ama asıl emir başka yerden gelmişti.
Eylül, dosyayı Deniz’e gösterdiğinde onun yüzü bembeyaz kesildi.
“Bu adamlardan biri… benim amcam olabilir,” dedi fısıltıyla. “Ben de bunu yıllardır sadece bir sezgi olarak taşıyordum.”
Eylül’ün gözleri karardı. “Ne demek istiyorsun?”
“Amcam Remzi, yıllar önce Cemil’le ortak işler yapardı. Ahmet beyin sürekli karşı çıktığı adamlardan biriydi. Babam ondan hep uzak durmamı isterdi. Belki de bu yüzden..."
Kasaba yeniden yankılandı. Bu kez geçmişin sesleriyle değil, gelecek için kurulacak adaletle…
Eylül, babasının adını taşıyan bir adalet vakfı kurmaya karar verdi. Bu sadece onun huzura ermesi için değil, susturulan herkesin sesi olması içindi.
Göl kıyısında açılan küçük bir merkez… İçinde belgeler, dosyalar, kasaba halkının sessiz çığlıkları… Artık kayıp sesler sadece gölgede kalmayacak, gün yüzüne çıkacaktı.
Ama Eylül biliyordu. Bu iş henüz bitmemişti. Bu sadece başka bir başlangıçtı.
Ahmet Karahan'ın adı artık bir duvarın tozlu çatlağında unutulmuş bir isim değildi. Onun sesi, Eylül'ün çabasıyla yavaş yavaş kasabanın her köşesinde yankı bulmaya başlamıştı. Göl kıyısında kurulan “Karahan Adalet Vakfı”, sadece belgelerle değil, susmuş dillerin açılmasıyla da büyüyordu.
Ama her hakikat, kendi düşmanını da doğuruyordu.
Vakıf açıldıktan birkaç hafta sonra, Eylül’ün posta kutusuna bir zarf bırakıldı. Ne bir isim, ne bir adres… Sadece içinde kısa bir not:
> “Babasının izinden yürüyenler, onun sonunu da yaşar.”
Eylül zarfa uzun süre baktı. Korktuğunu söyleyemezdi, ama ürpermişti. Çünkü tehdit edilen sadece kendisi değildi. Artık Deniz’i de, kurdukları hayatı da bu karanlık gölge içine almıştı.
Deniz, bu mektubu okuyunca yumruğunu sıktı.
“Kimse senin canını bir daha yakamayacak, Eylül. Buna izin vermem.”
Ama geçmiş sadece tehdit mektuplarıyla değil, yüz yüze gelen karanlıklarla da geri dönüyordu. Remzi… Deniz’in yıllardır mesafeli durduğu amcası, bir gün ansızın Eylül’ün vakfına geldi.
“Seninle konuşmam gerek,” dedi, kısık sesle.
Eylül onu içeri aldı. Masanın başında karşılıklı oturdular. Remzi’nin elleri titriyordu.
“Ben… ben Ahmet’in öldürüleceğini biliyordum. Ama engelleyemedim. O zamanlar Cemil’le iş yapıyorduk. Uyuşturucu değil… ama onun araziler üzerindeki oyunlarına yardım ettim. Ahmet’in elinde belgeler olduğunu duyunca, Cemil çıldırdı. 'Birilerini susturacağız' dedi. Ama ben… kurbanın Ahmet olacağını bilmiyordum.”
adamlard
Eylül, onun gözlerine baktı. “Biliyor musun, Remzi Bey… Sessiz kalmak da öldürmektir.”
Bu söz Remzi’yi darmadağın etti. “Biliyorum. Bu yüzden buradayım. Ne biliyorsam anlatacağım. Çünkü senin cesaretin, bizim utancımızdan daha büyük.”
O günden sonra Remzi, vakfa tanık sıfatıyla ifade verdi. Cemil’in bazı ortaklarının hâlâ kasabada olduğunu, paravan işler yürüttüklerini söyledi. Bazı isimler Eylül için yabancı değildi: Kasabanın eski belediye başkanı, bir müteahhit ve bir eczane sahibi… Her biri, geçmişte Ahmet Karahan’ın üstüne gittiği ama susturulmuş adamlardı.
Artık düşman, gölde saklanan bir cesetten değil, kasabanın merkezinde yürüyen adamlardan ibaretti.
Eylül, vakfı resmî davalara taşımaya karar verdi. Avukatlarla görüşmeler başladı. Basın da konuyla ilgilenmeye başlamıştı. Ama bu, Eylül’ün yalnızlaşmasının da başlangıcı oldu. Çünkü herkes cesur olmaya hazır değildi. Bazıları onu desteklemekten vazgeçti. Eski dostlar geri çekildi.
Deniz bile bazı anlarda uzaklaşmıştı. Kendi iç savaşı vardı. Ailesiyle bağları kopmuş, Remzi’nin itiraflarıyla vicdanı yıpranmıştı.
“Bazen,” dedi bir gece Eylül’e, “bu savaşın içinde seni daima koruyacağımı söyledim ama seni bu kadar yalnız bırakacağımı düşünmemiştim.”
Eylül gözlerini kapattı. “Yanımda olmasan da olur. Ama inancımda boşluk olursa, düşerim.”
Bu sözler Deniz’i kendine getirdi. Ertesi sabah erkenden vakfa geldi, Eylül’ün masasına bir dosya bıraktı.
“Remzi, dün gece bana başka bir dosya verdi. Bu… babanla ilgili bir kayıt.”
Eylül elleriyle dosyayı açtı. İçinde bir kaset vardı. Eski bir ses kaydı…
Kayıttaki ses Ahmet Karahan’ındı. Yıllar önce yazdığı bir günlüğü sesli olarak kaydetmişti.
> “Eğer bu kaseti biri dinliyorsa, artık susturuldum demektir. Ama unutmayın, adalet gecikebilir ama kaybolmaz. Kızım… Eylül… Sen bir gün bu sesle büyüyeceksin. Bir babanın fısıltısından bir halkın çığlığına dönüşeceksin…”
Eylül’ün gözleri doldu. Ellerini kalbine götürdü. Gölün kenarında değil, kalbinin derinliklerinde bir yangın başladı.
Artık dönüş yoktu.
Kasaba mahkemesi, sessiz sedasız başlayan ancak giderek yankısı büyüyen bir dava sürecine hazırlanıyordu. Karahan Adalet Vakfı’nın ortaya çıkardığı belgeler ve Remzi’nin itirafları, yargı dünyasında dalgalar yaratmıştı. Ancak Eylül, bunun sadece bir başlangıç olduğunu biliyordu.
Mahkeme salonu, eski kasaba adliye binasının en büyük odasıydı. Tahta sandalyeler gıcırdıyor, duvarlar ise tarihin ağır yükünü taşıyordu. İlk duruşma günü geldiğinde, salonda insan seli vardı. Basın, kasabalılar ve meraklı gözler bir aradaydı.
Eylül, Deniz’in elini tuttuğu sırada derin bir nefes aldı. İçindeki fırtınalar, bu kez adaletle buluşmak için hazırdı.
Savcı, dosyayı özetleyerek konuşmaya başladı:
“Sayın mahkeme, bu dava sadece bir cinayetin soruşturması değildir. Bu, kasaba tarihinin en karanlık sırlarının açığa çıkarılmasıdır. Sanıklar, sadece İbrahim değil; arka plandaki organize yapının da sorumlularıdır.”
Cemil, mahkeme salonunda ilk kez kendini savunmaya çalışıyordu. Soğukkanlı ve kurnazdı, ancak gözlerindeki korku saklanamıyordu.
Eylül, savunma avukatlarının saldırılarına karşı dimdik duruyordu. Vakıftan gelen yeni delillerle savcının desteklenmesi, davanın seyrini değiştirmişti. Öte yandan, Deniz’in ailesinden gelen baskılar arttı. Onun da içinde olduğu sırlar yavaş yavaş açığa çıkıyordu.
Bir gece vakıfta yalnız çalışırken, Eylül’ün telefonuna gizemli bir mesaj geldi:
“Gerçekler seni yutacak. Kendini hazırla.”
Bu tehdit, onun yılmasını değil, daha da güçlenmesini sağladı.
Mahkeme boyunca tanıklar ifade verdi; bazıları korkudan titriyordu, bazıları ise vicdan azabı içindeydi. Her söz, kasabanın üzerindeki tozlu örtüyü biraz daha kaldırıyordu.
Eylül’ün içindeki en büyük savaş ise kendi kalbindeydi. Babasının izinden yürürken, geçmişin acı hatıralarıyla yüzleşiyor, Deniz ile aralarındaki bağ zaman zaman sınanıyordu.
Deniz, bir gece Eylül’e dönüp şöyle dedi:
“Biliyorum, bu yol seni yıpratıyor. Ama unutma, senin yanında olacağım. Ne olursa olsun.”
Eylül gözlerini Deniz’in gözlerine kilitledi.
“Yanında olman yeterli.”
Mahkeme devam ederken, vakıftan yeni bir rapor geldi: Cemil’in, kasabayı ve çevresini uyuşturucu ve kara para ağlarıyla sardığı kanıtlanıyordu. Bu, sadece kişisel bir hesaplaşma değil, büyük bir adalet mücadelesiydi.
Mahkeme süreci ilerledikçe, kasabadaki dengeler sarsılıyordu. Cemil’in etrafındaki suç ağları genişledikçe, bazı eski dostlar ve yakınlar bile Eylül’e sırtını dönmeye başladı. Vakıf çalışmalarını yürütmek giderek daha zor hale geldi.
Eylül ve Deniz arasındaki bağ, bu zor günlerde sınanıyordu. Deniz, aile baskıları ve geçmişin gölgeleriyle mücadele ederken, Eylül daha kararlı ve yalnızlaşmış hissediyordu.
Bir akşam vakıfta yalnız çalışırken, Eylül’ün telefonuna gelen gizemli bir mesajla sarsıldı: “Gözlerin arkanda.”
O gece, vakfın kapısına bir saldırı oldu. Şans eseri kimse zarar görmedi ama mesaj açıktı: Bu mücadele kolay olmayacaktı.
Eylül ve Deniz, birbirlerine daha da kenetlenirken, kasabanın derinlerindeki güçlerle yüzleşmeye hazırlandı.
Ancak en büyük şok, vakıftan beklenmedik bir ihanetle geldi. Eylül, en güvendiği yardımcısının aslında Cemil’in ajanı olduğunu öğrendiğinde yıkıldı.
Bu ihanetten sonra, Eylül hem yasal hem de kişisel savaşını yeniden şekillendirmek zorunda kaldı.
Eylül, vakıftaki ihaneti öğrendiğinde yıkıldı. Ancak pes etmek onun doğasında yoktu. İçindeki ateşi yeniden tutuşturdu, çünkü babasının adaleti için savaşmak, artık bir tercihten çok kaderdi.
Deniz, ailesinin baskılarıyla yüzleşirken, Eylül’e olan sevgisini daha güçlü biçimde göstermeye başladı. “Seninle birlikteyim, bu karanlıkta bile,” dedi bir gece.
Kasabada ise dedikodular, tehditler ve karanlık planlar hız kazandı. Gölün sessiz suları altında çok daha büyük sırlar yatıyordu.
Eylül, vakfın içinde güveneceği yeni insanlar ararken, geçmişten gelen bir haberle sarsıldı: Babasının eski bir dostu, önemli bir belgeyle ortaya çıktı.
Bu belge, kasabanın en güçlü isimlerinden birinin kirli işlerini ifşa ediyordu.
Eylül için artık son perdeydi. Adaletin hem hukukta hem kalplerde yer bulması için savaşacaktı.
Kasabanın üzerinde kara bulutlar toplanıyordu. Gölün suları sessizce dalgalanırken, kıyıda yaşananlar fırtınanın habercisiydi. Eylül, vakfın küçük odasında tek başına oturuyordu. Önünde, babasının eski dostunun getirdiği dosya duruyordu. Sararmış kağıtlar, üzerine yıpranmış mürekkeplerle yazılmış notlar… Hepsi, kasabanın gerçek yüzünü ifşa ediyordu.
Derin bir nefes aldı. “Bütün bu yıllar boyunca suskun kaldılar ama ben susmayacağım,” diye fısıldadı kendi kendine.
O anda kapı aralandı. Deniz içeri girdi, yüzünde endişe ve yorgunluk vardı. “Eylül, bu dosya çok ağır. Kasaba artık bize gözlerini dikmiş durumda. Ama ben seninleyim. Bu savaşı birlikte vereceğiz.”
Eylül, gözlerini Deniz’in gözlerine dikti. “Birlikte güçlü olmalıyız. Bazen en karanlık anlar, en parlak ışığı getirir.”
Ancak bu ışık, beraberinde yeni gölgeleri de getiriyordu. Vakfa yönelik tehditler artmış, destekçiler yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Eylül’ün en büyük korkusu, babasının anısını savunurken yalnız kalmaktı.
Bir gece, vakfın önünde şüpheli bir hareketlilik fark edildi. Deniz ve Eylül hızla dışarı çıktı, gölgelerin arasından gelen ayak sesleri kulaklarına çalındı. Kısa bir kovalamaca sonrası, birkaç adam kaçmayı başardı ama arkalarında bıraktıkları mesaj netti: “Susun ya da yok olun.”
Eylül, yaşananları not alırken, içinde büyüyen kararlılığı hissetti. “Bizi yıldırmaya çalışıyorlar, ama başaramayacaklar.”
Gecenin ilerleyen saatlerinde, Deniz Eylül’e sarıldı. “Bu kasaba senin mücadeleni hak ediyor. Ve ben de bunu hak ettiğini biliyorum.”
Eylül, gözlerini kapadı. “Babamın hayalini yaşıyorum. Artık gölün sessiz çığlıkları yankılanacak.”
Eylül, vakfın kütüphanesinde bir kez daha babasının geçmişine dair izler arıyordu. Ancak bu defa sadece belgeleri değil, sessiz kalmış tanıkları da bulmaya kararlıydı. Yıllar önce kasabayı terk eden yaşlı bir adamın, Ahmet Karahan’ın ölümüyle ilgili önemli bir sır taşıdığı duyulmuştu. Eylül bu adamın izini sürmeye karar verdi. Deniz yanında olmasa, bu karanlık yolculuğa yalnız çıkacaktı.
Yaşlı adamın kaldığı harap kulübeye vardıklarında, içerisi zamana direnen hatıralarla doluydu. Adam, Ahmet Karahan'ı iyi tanıdığını, onun Cemil ve İbrahim’in ötesinde başka düşmanları da olduğunu söyledi. “O, yalnızca bir adamın değil, bir yapının kurbanıydı,” dedi boğuk sesiyle. “Kasabanın en saygınları dediklerinizi iyi tanıyın.”
Adam, Eylül’e gizli bir liste verdi. Bu listede, kasabanın nüfuzlu birkaç isminin adı geçiyordu. Eylül artık şundan emindi: İbrahim yalnızca tetikçiydi. Gerçek katiller, perde arkasında kalan, halkın güvendiği kişilerdi. Babasının ölümü bir iftiraya, bir susturma operasyonuna kurban gitmişti. Gerçek düşmanlar henüz dokunulmamıştı.
Eylül, kasabanın ileri gelenlerinden biriyle yüzleşti: Belediye başkanı Necmi Bey. Onun, geçmişte Cemil ve İbrahim ile gizli toplantılar yaptığına dair belgeler artık elindeydi. “Neden sustunuz? Babam neden ölüme terk edildi?” diye sordu gözleri alev gibi yanarken. Necmi Bey önce inkâr etti, ama Eylül’ün elindeki kayıtları görünce çözüldü. “Ahmet fazla doğruydu… Doğrular bu kasabada uzun yaşamaz.”
Geçmişin sırları birer birer dökülmeye başlamıştı. Eylül, artık sadece babasının değil, birçok kişinin susturulduğunu fark etti. Göldeki ölümler, kazalar, kayıplar… Hepsi bir bütünün parçalarıydı. Vakfın arşivleri bir silah gibiydi artık elinde. Ama bu silahı kullanmak cesaret istiyordu. Ve karşısındaki düşmanlar sessiz ama çok güçlüydü.
Deniz, Eylül’ün yalnız kalmaması için elinden geleni yapıyordu. Ama artık o da bu davaya ruhuyla bağlıydı. Bir gece vakfın bahçesinde otururken, Eylül’e dönüp şöyle dedi: “Eğer başımıza bir şey gelirse, ne olursa olsun bu hikâye tamamlanmalı. Bu sadece senin değil, bizim davamız artık.”
Eylül, babasının başka bir günlüğüne daha ulaştı. Bu defterde, Ahmet Karahan’ın son günlerinde hissettiği korkular, aldığı tehditler ve kasabayı terk etmeyi neden düşünmediği yazılıydı. “Ben gidersem, yalnızca bir adam değil, bir vicdan kaybolur,” diyordu. Eylül, gözyaşları içinde defteri okurken, kararlılığı katbekat arttı.
Kasabanın merkezinde yapılan bir basın açıklamasıyla Eylül, artık bildiklerini halkla paylaşmaya başladı. O an, meydanda sessizlik hâkimdi. İnsanlar şaşkındı. Bazıları inkâr etti, bazıları utançtan gözlerini yere indirdi. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktı.
Eylül’ün konuşması sonrası, vakfa bir saldırı düzenlendi. Arşiv odası ateşe verildi, birçok belge kül oldu. Ama Eylül, önceden dijital kopyalar almıştı. “Sadece belgeleri değil, zihnimi de yaksanız fark etmez. Gerçek içimde yaşıyor,” dedi Deniz’e sarılırken.
Vakfın yeniden inşası için gönüllüler gelmeye başladı. Kasaba, yıllar sonra ilk kez kendisiyle yüzleşiyordu. Eylül artık sadece babasının kızı değil, adaletin sesi olmuştu. Ve o ses, gölün üstünde yankılanıyor, karanlık suların içinden yeni bir gelecek doğuyordu.