Yağmur, şehrin kaldırımlarına ince ince düşüyordu. İnsanlar şemsiyelerinin altında hızla yürürken, bir sahafın önündeki masada eski bir defter ıslanıyordu.
Deniz, defteri görüp yerden aldı. Kapakta solmuş harflerle tek bir cümle yazıyordu:
“Beni bulan, kendi hikâyesini yazsın.”
O anda garip bir his kapladı içini. Defteri açtığında ilk sayfada yabancı bir el yazısı vardı:
> “Hayat bazen insanı hiç bilmediği yollara sürükler. Eğer bu satırları okuyorsan, bil ki sen de artık o yolun yolcususun.”
Deniz’in dudaklarından sessiz bir gülümseme yayıldı. Defteri çantasına koydu. Farkında değildi ama, bu küçük tesadüf hayatını kökten değiştirecekti.
Zeynep, üniversitenin kütüphanesinde çalışıyordu. Sessizlik onun en iyi dostu, kitap kokusu en güvenilir sığınağıydı. İnsanlarla konuşmaktan çok satırlarla dertleşirdi. Defter tutmayı severdi, ama kendi defterlerinden çok başkalarının yazdıklarına bakmayı… Her notta, her satırda başka bir kalbin izini görür gibi olurdu.
Bir gün, sahafın rafları arasında gezinirken gözüne aynı defter ilişti. Kapağı nemden kabarmış, köşeleri yıpranmıştı. Parmaklarını kapağın üzerinde gezdirdiğinde, eski kağıdın pütürlü yüzeyi parmak uçlarına hayatın izlerini taşıyordu. Defteri açtığında, içindeki ilk satırları görünce durdu. Bu satırlar onun değildi. Yabancı ama tanıdık bir ruhun kaleminden dökülmüş cümlelerdi.
“Beni bulan, kendi hikâyesini yazsın…”
Kalbi hızlandı. Bunu yazan kimdi? Niçin yazmıştı? Bilmiyordu. Ama içten içe, defterin artık yalnızca bir kâğıt yığını olmadığını, onunla konuşan, onu çağıran bir şey olduğunu hissetti.
O gece defteri çantasına koyup evine döndü. Lambayı açtı, masanın üzerine oturdu ve kalemi eline aldı. Sayfanın boşluğuna uzun süre baktı. İlk defa kendi duygularını bir yabancıyla paylaşacak olmanın tuhaf heyecanını yaşıyordu. Sonunda yazmaya başladı:
“Bilmiyorum sen kimsin. Belki hiç tanışmayacağız, belki de bir gün yollarımız kesişir. Ama eğer bu defteri elinde tutuyorsan bil ki ben de bir yabancıya yazarken kendimi daha az yalnız hissediyorum. İnsan, bazen kendiyle konuşamaz ama yabancı bir kalbe güvenebilir.”
Zeynep yazıyı bitirdiğinde saat gece yarısını geçmişti. İçinde garip bir huzur vardı. Sanki bir dost edinmişti, ama yüzünü görmediği, adını bilmediği bir dost. Defteri kapattı, yanına koydu ve ışığı söndürdü. Uyurken zihninde tek bir düşünce vardı: “Acaba o da okur mu?”
Mert, günlerdir çantasının kenarında duran defteri açmamıştı. Bazen otobüste, bazen iş yerinde eli deftere gidiyor ama kararsızlıkla geri çekiyordu. “Ne yazacağım ki? Kime yazacağım?” diye düşünüyordu. Ama içindeki merak daha baskındı. Bir akşam eve dönerken kendini sahafın önünde buldu. Defteri masanın üzerine koydu, lambayı açtı, bir çay demledi. Ardından kapağı yavaşça araladı.
İlk gördüğü şey, kendisine ait olmayan el yazısıydı. Bir yabancının, belki de hiç tanışamayacağı birinin kelimeleri. Satırları okudukça boğazında düğümlenen bir his vardı.
“İnsan, bazen kendiyle konuşamaz ama yabancı bir kalbe güvenebilir.”
Bu cümleyi üç kez okudu. Sanki yıllardır içine söylemek isteyip de söyleyemediği şeyleri bir başkası onun yerine dile getirmişti. Kalemi eline aldı. Sayfayı açtı ve titreyen bir satır yazdı:
“Seninle hiç tanışmayacağımı bilsem bile bu deftere yazacağım. Çünkü sen bana şunu hatırlattın: İnsan, bazen en çok yabancılara açılır. Benim adım Deniz. Belki bir gün öğrenirsin, belki öğrenemezsin. Ama bil ki ben de yalnızım. Yalnızlığımı bu sayfalarda saklamaya razıyım.”
Yazdıktan sonra kalemi bırakmadı. Devam etti:
“Bugün sokakta yürürken yüzlerce insan gördüm. Hepsi yanımdan geçti, bazıları bana çarptı, bazıları gözlerime baktı. Ama hiçbiri beni görmedi. Belki sen görürsün. Belki sen, bu satırları okuyan tek kişi olarak varlığımı fark edersin. Eğer görürsen, bana sadece yaz. Söz ver, başka hiçbir şey istemem.”
Satırları bitirdiğinde derin bir nefes aldı. Defteri kapattı, ışığı söndürdü. İçinde yıllardır hissetmediği bir şey vardı: paylaşılmışlık. Sanki kelimeler köprü olmuş, bir ucunda o, diğer ucunda adı bilinmeyen o yabancı vardı.
O gece rüyasında kalabalık bir meydanda yürüdü. Meydanın ortasında bir bank vardı. Bankın üzerinde defter duruyordu. Defteri açtığında içinden yüzünü göremediği ama gülümsemesini hissettiği bir kadın çıktı. Kadın, “Ben buradayım,” dedi. Mert, uyandığında kalbinin çarpıntısını hâlâ duyuyordu.
Ertesi gün, Zeynep defteri çantasından çıkardı. Kütüphanede bir köşeye çekilip sayfaları açtı. Gözleri, artık kendine ait olmayan yeni satırlara takıldı. Yabancı biri, defterin boşluğuna adını bırakmıştı:
“Benim adım Mert.”
Zeynep’in kalbi hızlandı. Bir isim görmek, o yabancıyı daha gerçek kılıyordu. Artık yalnızca hayali bir ses değil, bir varlıktı. Mert’in yazdıkları, Zeynep’in içinde yıllardır dokunulmamış bir kapıyı aralıyordu:
“Bugün sokakta yüzlerce insan gördüm. Ama hiçbiri beni görmedi. Belki sen görürsün.”
Zeynep, satırların arasındaki kırgınlığı hissetti. Kalemi eline aldı. Defterin boş sayfasına eğildi. Uzun süre düşündü, sonra yazmaya başladı:
“Merhaba Mert. Sana ismimle cevap vereyim: Ben Zeynep. Yıllardır hayatımı sessizlikle doldurdum. İnsanların seslerini duydum ama kalplerini duyamadım. Senin satırlarını okurken ilk defa bir yabancının kalbinin sesini işittim. Belki bu yüzden sana yazıyorum.”
Durdu, derin bir nefes aldı. Sonra devam etti:
“Evet, ben seni görebilirim. Ama gözlerimle değil; kelimelerinle. Çünkü kelimeler gözden daha dürüst. Eğer sen de beni görmek istiyorsan, bil ki ben buradayım. Ve hiç tanımadığım biriyle konuşmak bana uzun zamandır hissetmediğim bir huzur veriyor.”
Defteri kapattı. O an fark etti ki, hayatında ilk kez biriyle tanışmadan, konuşmadan, göz göze gelmeden bir bağ kuruyordu. İçinde bir korku vardı, ama aynı zamanda tuhaf bir heyecan. Mert kimdi? Nerede yaşıyordu? Kaç yaşındaydı? Bilmiyordu. Ve bilmek istemiyordu. Çünkü bu bağın güzelliği, bilinmezliğindeydi.
Gece eve döndüğünde pencereden dışarı baktı. Sokakta insanlar yürüyordu. Hiçbirini tanımıyordu ama hepsi ona daha yakın görünüyordu. Çünkü artık, kalabalığın içinde kendisine “merhaba” diyen bir yabancı vardı.
Mert defteri eline aldığında içinde garip bir heyecan vardı. Birkaç gün boyunca çantasının içinde duran defteri açmaya cesaret edememişti. Sanki her sayfa, kalbini yeniden açmanın bir kapısıydı. Ama bu kez, içini bir merak değil, bir çağrı dolduruyordu. Çünkü artık defterde sadece kendi satırları yoktu. Bir yabancının, daha doğrusu artık adıyla tanıdığı birinin kelimeleri vardı: Zeynep.
Mert, o ismi defterin kenarına parmağıyla dokunur gibi okudu. Her harfi yavaşça zihninde tekrar etti. “Zey-nep…” Uzun zamandır bu kadar tanıdık ve aynı zamanda bu kadar yabancı bir ismi kalbine yakın hissetmemişti. Zeynep’in yazdıkları sade ama içten bir dokunuş gibiydi. “Evet, ben seni görebilirim. Ama gözlerimle değil; kelimelerinle…” İşte bu cümle, Mert’in göğsünde sıkışmış bütün yalnızlıkları bir anda çözmüştü.
Kalemi eline aldı. Sayfanın boşluğu ona çok şey söylemek ister gibi bakıyordu. Mert derin bir nefes aldı ve yazmaya başladı:
“Merhaba Zeynep. Satırlarını okurken ilk defa uzun zamandır kaybolduğum bir yolda karşıma bir ışık çıktı. Beni görebildiğini söyledin ya, işte o cümlen beni en çok sarstı. Çünkü yıllardır kimse beni görmedi. Yanımdan yüzlerce insan geçti, çoğu adımı bile bilmedi. Ama sen, hiç tanımadan, bana baktın. Belki bu yüzden sana yazmak istiyorum. Çünkü senin kelimelerin bana yıllardır aradığım aynayı tuttu.”
Mert, yazarken zamanın geçtiğini fark etmedi. Kimi cümleleri defalarca sildi, tekrar yazdı. Çünkü ilk kez, sözcüklerinin gerçekten duyulacağını hissediyordu. Devam etti:
“Ben de sana biraz kendimden bahsetmek isterim. Yaşadığım şehri söylemeyeceğim, çünkü bunun bir önemi yok. Ama bilmeni isterim ki, ben deniz kenarında büyüdüm. Çocukluğumun en saf hatıraları dalga sesleriyle doludur. Belki bu yüzden hayatım boyunca hep bir dalga gibi oldum: kıyıya vursam da geri çekildim, bazen serttim, bazen sakin… Belki de bu yüzden adım Mert. Çünkü içimdeki dalgalara rağmen, dik durmaya çalıştım. Ama çoğu zaman başarılı olamadım. Ve işte şimdi, bu defterde, seninle konuşurken ilk defa gerçekten dimdik ayakta hissediyorum.”
Kalemi bıraktığında elleri titriyordu. Bu defterin sayfalarında hayatına hiç tanımadığı birini dahil etmenin garip ama güzel ağırlığını taşıyordu. Sayfanın kenarına küçük bir not düştü:
“Zeynep, eğer sen de benim gibi yıllardır konuşacak kimse bulamadıysan, bil ki artık yalnız değilsin. Ben buradayım.”
Defteri kapattı. O gece uzun süre uyuyamadı. Gözleri tavana dikili, satırları yeniden yeniden zihninde canlanıyordu. İçinde bir huzur vardı ama aynı zamanda bir korku da. Çünkü bu bağ, çok kırılgandı. Bir yabancının birkaç satırıyla kalbi bu kadar hızla çarpıyorsa, ya bir gün bu satırlar susarsa?
Günler geçti. Defter, tıpkı bir posta kutusu gibi el değiştirmeye devam etti. Zeynep, her yeni satırda Mert’i biraz daha tanıyor; Mert, her cümlede Zeynep’in ruhuna biraz daha yaklaşıyordu. Onlar birbirlerine kendilerini açarken, gerçek hayatta hâlâ yüz yüze hiç gelmemişlerdi. Belki de gelmeyeceklerdi. Ama satırlar, onları öyle bir noktaya taşıyordu ki, artık günleri defterle başlıyor, defterle bitiyordu.
Zeynep bir gece defteri alıp odasının sessizliğinde açtı. Mert’in satırlarını okurken gözlerinden yaşlar süzüldü. Çünkü Mert’in anlattıkları, kendi hayatının bir yansıması gibiydi. O da kalabalık içinde görünmeyen biriydi. O da kendi sesini yalnız duvarlara duyuran biriydi. Defteri eline aldı ve yazmaya başladı:
“Mert, senin dalgalarla kurduğun bağ bana çok tanıdık geldi. Ben deniz kenarında büyümedim, ama içimde hep fırtınalar oldu. Kimse fark etmedi, çünkü yüzümde hep sakin bir ifade vardı. Belki de bu yüzden insanlar beni güçlü sandılar. Oysa ben sadece sessizdim. Ve sessizlik bazen en ağır yükmüş. Bunu senden öğreniyorum. Çünkü sen, satırlarınla benim suskunluğumu konuşturuyorsun.”
Kalemi biraz duraksattı, sonra devam etti:
“Biliyor musun Mert, biz birbirimizi hiç tanımıyoruz. Belki karşılaşsak yan yana geçip gideriz, belki göz göze gelsek tanımaz bileiz. Ama şu an biliyorum ki, hayatımda ilk defa biri beni gerçekten duyuyor. Ve bu duyulmuşluk bana yaşadığımı hissettiriyor.”
Defteri kapattığında elleri titriyordu. O gece uyumadan önce pencerenin önünde durdu, dışarıdaki sessiz sokaklara baktı. İçinden sessizce şunu söyledi: “Teşekkür ederim Mert, beni gördüğün için.”
Ve böylece günler, haftalar geçti. Defter onların gizli sığınağı, tek ortak dünyaları oldu. Mert, Zeynep’in yazılarını sabırsızlıkla bekliyor; Zeynep, Mert’in her kelimesinde kendine bir ayna buluyordu. İkisi de farkında değildi ama satırların arasında yalnızlıklarını kaybediyor, birbirlerine doğru adım adım yaklaşıyorlardı.
Artık onlar için zamanın ölçüsü günler değil, defterin sayfalarıydı. Ve her yeni sayfa, iki kalbin birbirine biraz daha yaklaşan sessiz adımlarının izi oluyordu.
Mert içinse defter, her geçen gün nefes almasının sebebi olmuştu. Sabah uyandığında ilk düşündüğü şey, Zeynep’in yeni bir satır yazıp yazmadığıydı. Onun cümleleri olmasa günler birbirinin kopyası gibi, bomboş ve renksiz geçiyordu. Artık yalnız değildi; kalabalığın içinde görünmese de bir yerlerde onu gören, satırlarına dokunan bir yabancı vardı. Zeynep’in kelimeleri, uzun zamandır içini dolduran sessizliği delip geçen tek ışık gibiydi. İnsanların arasında görünmez bir gölge olmaya alışmışken, defteri açtığında kendini yaşayan bir insan gibi hissediyordu.
Bir akşam defteri eline aldığında, Zeynep’in yeni satırlarıyla karşılaştı. Yazıyı okudukça kalbinin ritmi hızlandı: “Senin kelimelerin bana dürüst geliyor. Belki seni hiç tanımıyorum, belki hiçbir zaman tanımayacağım ama bu defter bana seni yaklaştırıyor. İnsanların gözleri yalan söyleyebilir ama kalem asla söylemez.” Mert, bu satırların altına uzun süre bakakaldı. Yutkunamadı. Hayatında kimse ona bu kadar doğrudan güvenmemişti. Güvenmek ve güvenilmek onun için hep uzak, kırılgan bir şeydi. Ama şimdi hiç yüzünü görmediği biri, ona bütün kalbiyle güveniyordu.
Kalemi aldı, defterin boş sayfasına eğildi: “Zeynep, sen bana en çok eksikliğini duyduğum şeyi verdin: güven. İnsanların yüzlerinde hep maskeler gördüm, sözlerinde hep yarım kalan şeyler duydum. Ama senin cümlelerin bana yalan söylemiyor. Belki bu yüzden, sana yazarken kendimi en çıplak hâlimle anlatabiliyorum. Çünkü burada, bu sayfalarda, bizden başka kimse yok.”
Defteri kapattığında içinde ağır bir huzur vardı. Huzur ağırdı, çünkü beraberinde bir korku getiriyordu. Ya Zeynep bir gün yazmayı bırakırsa? Ya sayfalar susarsa? O zaman yeniden karanlığa dönecekti.
Zeynep, defteri birkaç gün sonra kütüphanede açtığında Mert’in satırlarını gördü. Her kelime ona dokundu. “Benden başka kimse yok” cümlesi, sanki kalbinin derinlerine kazınmıştı. Kalemi eline aldı, düşünmeden yazmaya başladı: “Evet Mert, senden başka kimse yok. Benim için de öyle. İnsanlarla aynı odada oturuyorum ama kimseyle konuşamıyorum. Gülüyorum, başımı sallıyorum, bazen dinliyormuş gibi yapıyorum ama aslında hep içimdeyim. Seninle yazarken ilk defa içimden çıkıyorum. Sanki kalbimin odasından çıkıp bir balkona adım atıyorum ve biri beni görüyor. Sen görüyorsun.”
Mert’in günleri artık defterin etrafında dönüyordu. İşe gidip gelmek, insanlarla konuşmak, günlük sorumluluklarını yerine getirmek sadece mecburiyetten yapıyordu; gerçek hayatı defteri açtığında başlıyordu. Çevresinde gülüşen yüzlere bakarken içinde hep boşluk hissederdi, ama defteri açtığında o boşluğun içini Zeynep’in kelimeleri dolduruyordu. Her satır bir nefes, her cümle bir umut gibiydi. Zeynep’in kelimelerinde, kendisinin yıllardır sakladığı kırılgan yanlarını görebiliyordu.
Zeynep içinse defter artık bir sırdaş olmuştu. Gün içinde sessizce insanları izlerken, akşam defteri açtığında Mert’in yazdıklarını okumak kalbine su serpiyordu. Onu tanımıyordu, yüzünü bilmezdi, belki de hiçbir zaman öğrenmeyecekti. Ama bu bilinmezlik onu korkutmuyor, aksine daha da özgür hissettiriyordu. Çünkü hayatında ilk defa birini kendisi olduğu gibi anlatıyordu. Ne maskeler, ne zorunlu gülümsemeler vardı. Yalnızca kelimeler, yalnızca kalplerin çıplaklığı.
Bir gün Zeynep defteri açtığında Mert’in şu satırlarını buldu:
“Hayatım boyunca dalgalara benzediğimi söyledim sana. Hep kıyıya vurdum, hep geri çekildim. Ama seninle yazarken ilk defa sanki duruluyorum. Senin kelimelerin bana deniz gibi değil, gökyüzü gibi geliyor. Sonsuz ama huzurlu.”
Zeynep’in dudaklarından istemsiz bir tebessüm yayıldı. Defteri göğsüne bastırıp gözlerini kapadı. O an bir yabancının cümleleri, hayatındaki en gerçek yakınlık olmuştu. Kalemi eline aldı, hiç düşünmeden yazmaya başladı:
“Mert, sen bana gökyüzü diyorsun ya, ben de sana ayna demek istiyorum. Çünkü senin kelimelerinde kendimi görüyorum. İnsan yıllarca aynalara bakar, yüzünü görür ama ruhunu göremez. Ben senin satırlarında ruhumu görüyorum. Belki de bu yüzden senden korkmuyorum. Çünkü sen benim içimde sakladığım yanları biliyorsun.”
Defter günlerce el değiştirdi, satırlar doldu. Onlar her yazıda biraz daha birbirlerine sokuldu. Artık hayatlarında sıradan anılar da yer bulmaya başlamıştı. Mert işten dönerken gördüğü bir sokağı, Zeynep kütüphanede karşılaştığı bir çocuğun gülüşünü anlatıyordu. Küçük detaylar, onların paylaştıkları büyük yalnızlığı renklendiriyordu.
Ama sayfalar ilerledikçe ikisinin de içinde aynı soru büyümeye başladı: “Ya bir gün yüz yüze gelirsek? Ya karşımıza çıkan kişi, satırlardaki kadar güzel çıkmazsa?” Bu soru her ikisini de ürkütüyordu. Çünkü defterde kurdukları bağ, gerçek hayattaki bütün bağlardan daha derindi. Ve ikisi de biliyordu, gerçek hayat bazen kelimeler kadar dürüst değildi.
Mert deftere bu korkusunu açıkça yazdı:
“Zeynep, sana bir şey itiraf etmek istiyorum. Bazen düşünüyorum da, ya bir gün karşında durursam ve sen hayal ettiğin kişiyi bulamazsan? Çünkü ben bu sayfalarda olduğum kadar güçlü değilim. Gerçek hayatta çok sıradan, çok sessizim. Belki de beni hiç görmemen daha iyi olur. Çünkü senin gözlerinde hayal kırıklığı olmak istemem.”
Zeynep satırları okuduğunda kalbi burkuldu. Çünkü o da aynı korkuyu yaşıyordu. Ama kalemi eline aldığında hiç duraksamadı:
“Mert, ben seni hayal etmiyorum. Ben seni okuyorum. Senin yüzün değil, satırların bana gerçek geliyor. İnsan yüzü değişir, kelimeler kalır. Sen bana hayal kırıklığı olamazsın, çünkü beni en kırılgan hâlimle tanıyorsun. Eğer bir gün karşılaşırsak, senin yüzüne değil, kelimelerine bakacağım.”
Defter artık sıradan bir eşya olmaktan çok öteye geçmişti. Onların dünyasında zaman, defterin sayfalarına sığan bir yaşam hâline gelmişti. Dışarıda hayat akıyor, insanlar koşuyor, şehirler gürültüyle doluyordu. Ama Mert ve Zeynep için dünya, yalnızca defterin içine yazılan kelimelerden ibaretti.
Satırları yazarken gözleri doldu. Kaç kez yarım bıraktığı defterleri, kaç kez kimse okumadan kapattığı cümleleri düşündü. Ama bu defa farklıydı. Çünkü yazdıklarını biri okuyacaktı. Hem de anlayarak. Defteri kapattığında hafiflemişti. Artık sessizlik bile daha anlamlı geliyordu, çünkü sessizliklerinin arasında Mert’in kelimeleri vardı.
Günler birbirini kovaladıkça defterin sayfaları doldu. Onlar birbirlerini görmeden tanıyor, adımlarını duymadan hissediyorlardı. Zeynep için gün, defteri aldığı an başlıyor; Mert için gece, defteri yazıp kapattığı an bitiyordu. Aralarında mesafe vardı, şehirler, yollar, belki de hayatlar vardı. Ama bütün uzaklık, sayfalara dökülen birkaç cümleyle yok oluyordu.
Mert için günler artık sıradan değildi. Daha önce sabahları işe gitmek, kalabalık içinde kaybolmak ve akşam sessiz odasına dönmek onun hayatının tüm özeti gibiydi. Ama şimdi sabah gözlerini açtığında aklına ilk gelen şey defter oluyordu. Acaba Zeynep yazdı mı? Yeni sayfalarda hangi kelimeler beni bekliyor? diye düşünüyordu. Gün boyunca yaptığı her şeyin içinde deftere yazacağı bir ayrıntı arıyordu. Yolda gördüğü bir yaşlı adamın titreyen elleri, otobüste yanında oturan çocuğun annesine yaslanışı, gökyüzünden geçen kuşların düzeni… Hepsi, Zeynep’in okuyacağını bilerek değer kazanıyordu.
Zeynep içinse defter bir sırdaş, hatta bir nefes borusu olmuştu. Sessizliğiyle meşhurdu; insanlar arasında çok konuşmaz, hep dinleyen taraf olurdu. Kimse onun iç dünyasında neler yaşadığını bilmezdi. Ama Mert’in cümleleri ona cesaret veriyordu. Defteri açıp kalemi eline aldığında, sanki kalbinin kapıları aralanıyor, yıllardır susan yanları dile geliyordu. Onun için bu defter bir özgürlüktü. Kütüphanenin sessiz rafları arasında dolaşırken çantasındaki defterin varlığını bilmek, yanında görünmeyen bir dost taşımak gibiydi.
Bir gün Zeynep defteri açtığında Mert’in yazdığı satırlarla karşılaştı:
“Seninle konuşmak bana hayatı yeniden öğretiyor. Kalabalığın ortasında yalnız kalmanın ne demek olduğunu bilirsin, ama işte bu defterde seninle konuşurken kalabalık bana ağır gelmiyor. Çünkü bir yerlerde sen varsın. Beni görmediğin hâlde görebiliyorsun, işte bu bana en büyük teselli.”
Zeynep bu satırları okurken gözleri doldu. Çünkü Mert’in anlattığı yalnızlık, onun da içinin bir yansımasıydı. Kalemi eline aldı ve deftere döktü:
“Mert, senin cümlelerinde kendimi buluyorum. Beni en çok etkileyen şey, senin de benim gibi hissediyor olman. Bu kadar benzer bir yalnızlığı, bu kadar benzer bir kırılganlığı başka bir kalpte bulacağımı hiç düşünmezdim. Belki de bu yüzden sana güveniyorum. Çünkü seninle aynı dili konuşuyoruz; kelimelerin dili.”
Defter el değiştirdikçe sadece duygular değil, küçük anılar da birikmeye başladı. Mert ona çocukluğunda deniz kenarında topladığı taşları anlattı. Birini cebinde yıllarca taşıdığını, o taşın ona babasız büyüdüğü günlerde güç verdiğini yazdı. Zeynep buna karşılık, annesiyle arasındaki suskunluğu paylaştı. Birlikte aynı evde yaşasalar da birbirlerine neredeyse hiç konuşmadıklarını, annesinin sessizliğinin kendi hayatına gölge gibi düştüğünü anlattı.
Her sayfa biraz daha ağırlaşıyor, her satır onları biraz daha birbirine yaklaştırıyordu. Artık sadece deftere yazmıyor, birbirlerini hayatlarının içine davet ediyorlardı. Mert işten çıkarken bir bankta oturuyor ve gördüğü manzarayı yazıyordu: “Gökyüzünde bulutların arasında açılan küçücük mavi bir boşluk vardı. Sanki bana gülümseyen tek şey oydu. O an düşündüm, keşke yanımda olsan ve bunu sen de görsen.”
Zeynep defteri aldığında bu satırları okudu ve gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Belki Mert’in gördüğü o boşluğu göremedi ama aynı anda onu düşündüğünü bilmek kalbini ısıttı. O da karşılık olarak yazdı: “Bugün kütüphanede bir çocuk yanıma geldi, bana hiçbir şey söylemeden sadece bir çiçek verdi. Belki annesinden almıştı, belki yoldan koparmıştı. Ama o küçücük çiçek bana senin satırlarını hatırlattı. Hiçbir şey söylemeden insanın kalbine dokunmak mümkünmüş.”
Günler birbirini kovaladıkça defter sıradan bir eşya olmaktan çıktı, nefes aldıkları tek yer oldu. Onlar için zaman artık takvimlerle değil, defterin dolan sayfalarıyla ölçülüyordu. Şehirde gün batarken, insanlar aceleyle evlerine giderken Mert ve Zeynep’in tek düşüncesi, defterin bir sonraki sayfasında birbirlerini bulmaktı.
Ama sayfalar doldukça ikisinin de içinde aynı korku büyümeye başladı: Ya bir gün bu defter kaybolursa? Ya biri bulur da okursa? Ya da birbirimizi görürsek ve satırlardaki büyü bozulursa? Bu sorular ikisinin de zihninde dönüp duruyor, ama hiçbirinin cümlelerinde yer bulamıyordu. Çünkü her ikisi de sessizce aynı şeyi düşünüyordu: defterin verdiği bağ, hayatlarındaki en değerli şeydi, ya kaybolursa?