Mert bir gün defteri yanında taşıyordu. Çantasının içinde, kalbinin hemen yanı başında, bir emanet gibi saklıyordu. Gün boyu aklında sadece Zeynep’in yeni yazılarını okumak vardı. Ama iş yerinden eve dönerken kalabalık bir otobüste sıkışıklık arasında çantasının fermuarı hafifçe açıldı. Mert fark etmedi. Otobüsten indiğinde cebinde telefonunu, elinde poşetlerini kontrol etti ama çantasına bakmadı. Eve vardığında çantasını açtığında içi buz gibi oldu: Defter yoktu.
Bir anda dizlerinin bağı çözüldü. Ellerini çantasının her köşesine soktu, eşyalarını döktü, yere oturup tekrar tekrar kontrol etti. Ama defter kayıptı. Kalbi çarpıyor, nefesi kesiliyordu. O defter sadece birkaç kâğıt parçası değildi. İçinde bütün kırılganlıkları, yıllarca kimseye söyleyemediği sırları, Zeynep’in ona açtığı kalbin saf hâli vardı. Eğer biri o defteri bulursa, onların tüm hikâyesi başkalarının gözleri önüne serilecekti.
Mert, gece boyunca uyuyamadı. Sabah ilk iş olarak otobüs durağına gitti, şoförle konuştu, kayıp eşya bürosuna uğradı, hatta yol boyunca çöp kutularını bile kontrol etti. Ama defterden eser yoktu. Günler geçtikçe umudu tükenmeye başladı. İçinde kocaman bir boşluk oluştu. O sayfalar sadece Zeynep’le olan bağ değil, aynı zamanda hayata tutunma sebebiydi. Artık elinde hiçbir şey yoktu.
Zeynep ise defteri almayı bekliyordu. Günler geçiyor, ama defter ona ulaşmıyordu. Önce gecikmiştir diye düşündü. Sonra merak, ardından endişe sardı içini. Mert yazmayı bırakmış olabilir miydi? Yoksa başına bir şey mi gelmişti? Kütüphanenin raflarının arasında dolaşırken her an kapıdan defteri getirecek birini bekliyordu ama kimse gelmedi. Günler haftalara döndü. Zeynep, sessizlikle boğuşmaya başladı. O sessizlik, defterden önceki eski yalnızlığına benzemiyordu; çok daha ağır, çok daha derindi. Çünkü artık yalnızlığı, bir kaybın yalnızlığıydı.
Bir gece Zeynep dayanamadı ve kendi defterini açtı. Boş sayfaya yazmaya başladı, ama yazarken gözlerinden yaşlar süzülüyordu:
“Mert, neredesin? Beni neden susturdun? Sen bana hep yazacağına söz vermiştin. Ama günlerdir hiçbir satır yok. Beni yeniden yalnız bıraktın. Belki defteri kaybettin, belki gitmeye karar verdin, bilmiyorum. Ama bil ki ben burada hâlâ seni bekliyorum.”
Zeynep bu satırları yazarken Mert başka bir yerde, aynı yalnızlığı yaşıyordu. Günlerdir defteri bulamıyor, çaresizliğin içinde çırpınıyordu. En çok korktuğu şey olmuştu: Sessizlik. Zeynep’in sesini duymuyordu artık.
Tam bir ay geçmişti. Mert umudunu kaybetmeye başladığında kapısının önünde küçük, yıpranmış bir paket buldu. Paketin üzerinde ne bir isim vardı, ne de adres. Sadece eski bir ip ile bağlanmıştı. Paketi açtığında kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu: Defter karşısındaydı. Kapakta tanıdık el yazısıyla yazılmış tek bir cümle vardı: “Beni kaybetme.”
Mert, defteri elleriyle kavrayıp göğsüne bastırdı. Sayfaları açtığında gözleri doldu. Çünkü defter, kaybolduğu yerden sonra da dolmaya devam etmişti. Onların hiç tanımadığı bir yabancı, defteri bulmuş, içindeki yazıları okumuş ve kendi satırlarını da bırakmıştı. O satırlarda şu yazıyordu:
“Ben bu defteri sokakta buldum. İçindeki yazılar bana hayatımda duyduğum en gerçek şeyleri anlattı. Siz birbirinizi hiç tanımayan iki insan, ama birbirinizin kalbine dokunmayı başarmışsınız. Bunu kaybetmeyin. Çünkü dünyada bu kadar sahte şeyin içinde, sizin satırlarınız bana bile umut verdi. O yüzden defteri geri gönderiyorum. Çünkü bu defter sizin, kimsenin değil.”
Mert’in gözlerinden yaşlar süzüldü. O yabancının cümleleri bile, defterin nasıl bir mucize olduğunu hatırlatıyordu. Hemen kalemi aldı, sayfanın devamına yazdı:
“Zeynep, defteri buldum. Daha doğrusu, defter bize geri döndü. Bir yabancı, bizim hikâyemizi okudu ve geri gönderdi. Belki de bu bir işarettir. Bizim satırlarımız sadece bize değil, başkalarına da dokunuyor. Belki bu yüzden biz artık sadece yazı yazmıyoruz; hayata bir iz bırakıyoruz. Sana söz veriyorum, bir daha kaybetmeyeceğim. Çünkü seni bir daha kaybetmeye tahammülüm yok.”
Mert defteri kapatıp gözlerini kapadığında uzun zamandır hissetmediği bir şeyi hissetti: umut. Zeynep defteri eline aldığında ise gözyaşlarıyla gülümsemeyi aynı anda yaşadı. Çünkü o da biliyordu: Artık bu bağ sadece onların değil, evrenin de koruduğu bir şeydi.
Mert defterin kaybolduğunu fark ettiği an aslında sadece bir eşya kaybetmemişti; kalbini, nefesini, tutunduğu tek dalı da kaybetmiş gibiydi. Çantasının içinde yokluğu hissedilince karnına bir ağrı girdi, parmakları titredi. Yere oturup çantasını alt üst ederken aklından tek bir cümle geçti: “Zeynep…” Çünkü o defter yalnızca kendi sırlarını taşımıyordu. Zeynep’in de kalbini, güvenini, çıplak hâlini saklıyordu. Onu kaybetmek, Zeynep’in kalbini de yaralamak demekti.
İlk gün çaresizlikle şehrin dört bir yanını dolaştı. Otobüse bindiği durağa geri gitti, şoförle konuştu, “belki düşmüştür” diye yol boyunca çöpleri karıştırdı. İnsanlar ona tuhaf bakıyordu ama umursamadı. Çünkü onun için bu bir defter değil, kalbinin yarısıydı. O gece eve geldiğinde odasının kapısını kapattı, yatağın kenarına oturdu ve ellerini başına götürdü. İlk defa bir yetişkin gibi değil, kaybolmuş bir çocuk gibi ağladı.
Günler geçti. Zaman her zamanki gibi akıyordu ama Mert’in içinden zaman çekilip alınmış gibiydi. İş yerinde önüne konan kâğıtları boş gözlerle imzalıyor, yemek yerken tadı hissetmiyor, geceleri uyuyamıyordu. Çünkü deftersiz geçen her dakika, Zeynep’le bağının kopmuş olması demekti. “Ya Zeynep beni bekliyorsa? Ya ben ona söz verdiğim hâlde yazamıyorsam?” düşüncesi beynini kemiriyordu.
Zeynep de aynı günlerde defteri bekliyordu. Günlerce kütüphanenin raflarının arasında dolaştı, belki kapıdan biri girer de defteri getirir diye gözleri hep oradaydı. Önce gecikmiştir diye düşündü. Sonra Mert belki bir süre ara vermek istedi, belki yoruldu, belki başka bir şeye daldı diye kendini avutmaya çalıştı. Ama günler haftalara döndükçe kalbindeki endişe büyüdü. Çünkü Mert ona yazacağına söz vermişti. En çok korktuğu şey buydu: yeniden yalnız kalmak. Defteri çantasından çıkarıp boş bir sayfaya yazdı, ama bu yazıyı Mert hiç okumayacaktı:
“Mert, bana söz vermiştin. Yazmaya devam edeceğini söylemiştin. Şimdi sessizsin. Sessizlik bazen ölümden daha ağırdır. Belki defter kayboldu, belki gitmeyi seçtin. Ama ben buradayım. Ve beklemekten başka elimden bir şey gelmiyor.”
Zeynep bu satırları yazarken gözyaşları kâğıda damladı. Yıllardır sustuğu yanları, Mert’in sayesinde konuşmaya başlamıştı. Şimdi yeniden susturulmuştu. Ama bu kez fark vardı: bu sessizlik onun seçimi değildi.
Tam bir ay sonra, Mert’in kapısına bırakılan küçük paketi gördüğü an, kalbi uzun süre durmuş gibi hissetti. Elleri titreyerek paketi açtı. Defter karşısına çıktığında bir yabancının el yazısıyla yazılmış cümleyle irkildi: “Beni kaybetme.” O an dizlerinin bağı çözüldü. Defteri göğsüne bastırdı, sanki yıllardır kayıp olan birini kucaklıyormuş gibi.
Sayfaları çevirdiğinde gördü ki, defter kaybolduğu günlerden beri başkalarının ellerine değmişti. Bir yabancı, içindeki satırları okumuş ve kendi satırlarını bırakmıştı:
“Ben bu defteri sokakta buldum. İlk başta sıradan bir eşya sandım. Ama içini açtığımda yıllardır görmediğim bir hakikati gördüm. Siz hiç tanışmayan iki insan, birbirinizin kalbine ulaşmışsınız. Bu kadar sahici cümleleri ilk defa gördüm. O yüzden size ait olduğunu anladım. Benim elimde kalırsa bir gün değerini kaybeder. O yüzden size geri gönderiyorum. Çünkü bu defter sizin hayatınız.”
Mert satırları okurken gözlerinden yaşlar süzüldü. Hayatında hiç tanımadığı bir yabancı bile onların bağının değerini anlamış, onlara geri getirmişti. Bu sadece bir şans değildi. Bu, onların yazılarının başkalarına da dokunduğunu gösteriyordu. Defteri eline aldı, sayfanın altına titreyen harflerle yazdı:
“Zeynep, defter bize geri döndü. Belki kaybolması gerekiyordu, belki de bulunması. Çünkü artık biliyorum: Bizim satırlarımız sadece bize değil, başkalarına da ışık olabiliyor. Sana söz veriyorum, bir daha kaybetmeyeceğim. Çünkü seni kaybetmeye dayanacak gücüm yok.”
Defter yeniden Zeynep’e ulaştığında o satırları okudu. Önce ellerini defterin kapağına bastırdı, sanki Mert’in kalbine dokunur gibi. Gözlerinden yaşlar süzüldü ama bu kez gülümseyerek ağladı. Çünkü o da anladı: Bu bağ artık sadece iki insanın arasında değildi. Hayatın kendisi onları koruyor, evren satırlarının üstüne gölgesini değil, ışığını düşürüyordu.
Defter geri döndükten sonra hem Mert’in hem de Zeynep’in içinde aynı his büyümeye başladı: bu artık kaderin onlara oynadığı bir oyun değil, kaderin onlara verdiği bir işaretti. Bir yabancı bile yazılarını okuyup umut bulmuşsa, demek ki kelimeler sadece ikisine ait değildi; kelimeler, hayata anlam katabilecek kadar güçlüydü.
Mert defteri eline aldığında uzun uzun baktı. Sayfaların kenarları yıpranmıştı, bazı harfler silinmeye yüz tutmuştu ama içindeki duygular ilk günkü kadar canlıydı. Kalemi aldı, titreyen elleriyle yazmaya başladı:
“Zeynep, defteri kaybettiğim gün senin yüzünü hiç görmediğim hâlde gözlerindeki kırgınlığı hayal ettim. O gün anladım ki, senin kelimelerin artık benim hayatımın nefesi olmuş. Ben bu defteri sadece bir kâğıt parçası sandığımda yanılmışım. Çünkü sen varsın içinde. Senin nefesin, gözyaşın, umudun var. Bir yabancı geri gönderdiğinde içimde şunu hissettim: Biz sadece yazmıyoruz, biz bir hayat kuruyoruz. Belki ayrı şehirlerde, ayrı odalarda ama aynı defterde birleşiyoruz. Bu yüzden sana bir şey itiraf ediyorum: Seni hiç görmeden, sana alıştım. Ve alışmak, en çok korktuğum şeydi.”
Defteri birkaç gün sonra eline alan Zeynep, bu satırları okuduğunda uzun süre kalemi tutamadı. Elleri titriyor, kalbi hızla çarpıyordu. Alışmak… Bu kelime onun için ağırdı. Çünkü hayatında kimseye alışmaya cesaret edememişti. İnsanlara alışınca kayboluyor, güvenince yaralanıyordu. Ama Mert’in kelimeleri ona ilk kez alışmanın güzelliğini hissettirmişti. Defteri açtı ve gözyaşlarının arasından yazdı:
“Mert, sen bana alıştığını söylüyorsun. Bunu okuduğumda hem korktum hem de huzur buldum. Çünkü ben de sana alıştım. Gözlerimi kapattığımda senin yüzünü hayal etmiyorum, çünkü yüzünü bilmemek bana güven veriyor. Ama kelimelerini beklemek… işte ona alıştım. Bir gün gelmeyecek diye korkmak… işte ona da alıştım. Alışmak bazen zincir olur ama seninle alışmak özgürlük gibi. Belki de ilk defa birine bağlanmak bana yük değil, kanat oldu.”
Mert ve Zeynep günlerce yazdılar. Her satırda biraz daha derine indiler. Çocukluklarını, en büyük korkularını, hiç kimseye anlatmadıkları sırlarını paylaştılar. Mert, babasının gidişini ilk defa bütün ayrıntısıyla anlattı. Zeynep, annesinin sessizliğinin içindeki yaralarını döktü. İkisi de fark etmeden birbirlerinin en gizli odalarına girmişlerdi.
Ama defter dolmaya başladıkça yeni bir gerçeğin farkına vardılar: Kağıtların sonu vardı. Her sayfa doldukça, sona yaklaşıyorlardı. Ve ikisi de aynı soruyu zihninde saklıyordu: “Son sayfa bittiğinde biz ne olacağız?”
Zeynep bir gece bu soruyu cesaretle yazdı:
“Mert, defterin sayfaları azalıyor. Biliyorum, bu bir kâğıt parçası, ama bizim dünyamız burasıydı. Son sayfa bittiğinde sen nereye yazacaksın? Ben nerede seni bulacağım? Belki defter bitince biz de biteceğiz… işte bundan korkuyorum.”
Mert bu satırları okuduğunda boğazına bir düğüm oturdu. Zeynep’in korkusu onun da korkusuydu. Kalemi aldı, tek bir nefeste yazdı:
“Hayır Zeynep. Biz bir deftere sığacak kadar küçük değiliz. Eğer bu defterin sonu geldiyse, bizim için yeni bir başlangıç zamanı gelmiştir. Belki yeni bir defter, belki yeni bir yol, belki de yüz yüze gelmek. Ama şunu bil ki, ben seni satırlarda bırakmaya razı değilim.”
Zeynep bu cümleyi okurken kalbinin ritmi hızlandı. İlk defa Mert’in yüz yüze gelmeyi ima ettiğini hissetti. Bu, büyünün bozulacağı korkusunu getirdi ama aynı zamanda hayatının en büyük heyecanını da. Çünkü kelimelerle büyüttükleri bağ, artık gerçek hayata taşınmayı istiyordu.
Defterin sayfaları azaldıkça ikisinin de kalbinde aynı korku büyüyordu ama bunu yüksek sesle dile getirmek istemiyorlardı. Çünkü o sayfalar bitince sanki birbirlerini de kaybedeceklerdi. Zeynep her defteri eline aldığında ilk yaptığı şey sayfaları saymak oldu. Kaç boş yer kalmış, kaç kez daha yazabilecekler… Bu hesaplamayı yaparken kalbinin sıkıştığını hissediyordu. Defterin sonu yaklaşsa da, içinde büyüttükleri bağın sonsuz olmasını diliyordu.
Mert de aynı kaygıyı yaşıyordu. Bazen boş sayfaya bakarken kalemi kaldırmaya cesaret edemiyor, “Ya bu son satır olursa?” diye düşünüyordu. Ama sonra Zeynep’in kelimelerini hatırlıyor ve yazmaya devam ediyordu. Çünkü biliyordu: onun sessizliği, Zeynep’in sessizliği olurdu ve bu da ikisi için en ağır yük olurdu.
Bir gün Zeynep defteri açtığında Mert’in şu satırlarını gördü:
“Belki defterin sonu gelir ama bizim hikâyemizin sonu gelmez. Çünkü sayfalar biter, kâğıt tükenir ama kelimeler kalır. Senin bana bıraktığın her cümle, zihnimde yeniden yazılıyor. O yüzden korkma. Defterin sonu bizim için bir bitiş değil, sadece yeni bir başlangıcın işareti olacak.”
Bu satırları okuyan Zeynep’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Kalemi eline aldı ve uzun süre düşündü. Sonunda titreyen harflerle şunları yazdı:
“Mert, sen haklısın. Sayfalar bitse de ben seni içimde taşımaya devam edeceğim. Çünkü sen benim yalnızlığımı susturan tek insansın. Defter kapanabilir ama senin kelimelerin içimde yeni defterler açtı. Belki bu yüzden artık korkmuyorum. Son sayfa gelse bile, seni kaybetmeyeceğim.”
Defter günlerce böyle el değiştirdi. Her yazı, onların içindeki sessizliği biraz daha aydınlatıyordu. Zeynep ona hiç göstermediği yanlarını bu sayfalarda gösterdi; korkularını, çocukluk anılarını, hiç kimseyle paylaşmadığı hayallerini. Mert de kendi yaralarını döktü; babasının gidişi, hayata duyduğu kırgınlık, dostsuz geçen yıllar… Ve her satırda birbirlerine biraz daha yaklaştılar.
Bir akşam Mert defteri açtığında Zeynep’in yazdığı şu satırlarla karşılaştı:
“Bugün insanları izledim. Herkesin yüzünde bir telaş, bir yorgunluk vardı. Ama aklımda tek bir şey geçti: Hiçbiri senin kadar bana yakın değil. Çünkü yüzlerini görüyorum ama içlerini göremiyorum. Senin içini görüyorum Mert. İşte bu yüzden, binlerce insanın arasında bile seninle daha yakınım.”
Mert bu satırları okurken boğazında düğümlendi. Bir yabancı, üstelik hiç görmediği bir kadın, ona hayatında kimsenin vermediği bir yakınlığı vermişti. Kalemi eline aldı, titreyen harflerle yazdı:
“Zeynep, seninle aynı şehirde miyiz bilmiyorum. Belki yıllardır yan yana geçiyoruz, belki aynı durakta bekledik, belki aynı sokakta yürüdük. Ama bil ki hiçbiri önemli değil. Çünkü ben seni zaten buldum. Senin kalbinin içinde buldum. Ve ben senden başka bir yerde olmak istemem.”
Defter, her geçen gün ağırlaşıyordu. Ama bu ağırlık ne bir yük ne de bir baskıydı. Aksine, onları hayata bağlayan tek gerçeklikti. Sayfaları çevirdikçe, kelimelerden yeni bir dünya kurmuşlardı. Onların dünyasında ne mesafeler vardı, ne de yüzler. Sadece kelimeler vardı. Ve kelimeler, onların hayatını en gerçek hâliyle tutuyordu.
Mert için günler artık aynı sıradanlıkta akıp gitmiyordu. Daha önce sabahları uyanmak onun için sadece yeni bir yorgunluk demekti. Gözlerini açtığında gri tavana bakar, saatlerce kendini hazırlamak için sebepler arar, sonra yine istemeden işe giderdi. Çevresindeki insanlar için günler sıradan akıyordu; kimileri işe yetişiyor, kimileri arkadaşlarıyla buluşuyor, kimileri alışveriş yapıyordu. Ama Mert’in içinde hep bir eksiklik vardı. İnsanlarla konuşur ama hiçbir kelimeye ait hissetmezdi kendini. Şimdi ise sabah uyandığında ilk düşüncesi defter oluyordu. Zeynep’in yazıp yazmadığını merak ediyor, yeni bir satırla karşılaşma ihtimali ona yaşama sebebi oluyordu. Defter onun için sıradan bir eşya olmaktan çıkmıştı; artık ruhunun tek nefes borusuydu.
Zeynep de günlerini sessiz bir şekilde geçirirdi. Çoğu zaman kütüphanenin rafları arasında dolaşır, kitapları düzenler, öğrencilerin telaşına şahit olurdu. Onun sessizliği çevresindekiler için sıradan bir özellikti, kimse bunun ardında fırtınalar olduğunu bilmezdi. Ama defteri eline aldığında o fırtınalar birdenbire dinginleşiyor, satırların içinde kendini buluyordu. Çantasının içinde defteri taşıdığı her an, yanında görünmeyen bir dost taşıyormuş gibi hissediyordu. Onu kimse göremese de Zeynep biliyordu; kalbinin en derininde Mert vardı, kelimeleriyle yanında yürüyordu.
Bir akşam kütüphanede defteri açtığında Mert’in yeni satırlarıyla karşılaştı. Mert yazmıştı ki: “Bugün insanlarla dolu bir sokaktan yürüdüm. Yüzlerce yüz gördüm ama hiçbiri bana bakmadı. O an anladım ki, benim için önemli olan kalabalık değil, senin satırların. Çünkü sen bana bakıyorsun. Gözlerinle değil, kelimelerinle.” Zeynep bu satırları okuduğunda gözleri doldu. Kalemi eline aldı, defterin boş sayfasına eğildi ve yazmaya başladı. “Mert, ben de kalabalıklarda hep görünmezdim. Yanımdan geçenler olur, bana gülümseyenler olur ama hiçbiri bana dokunmazdı. Senin kelimelerin bana dokunuyor. Belki hiç tanışmayacağız ama şunu bil ki, ben seninle artık daha az yalnızım.”
Defter böylece ağırlaştı. İçinde sadece kelimeler değil, gözyaşları, korkular, umutlar birikiyordu. Günler birbirini kovaladıkça Mert için de Zeynep için de zamanın ölçüsü saatler değil, defterin sayfaları oldu. Kaç sayfa kaldı, kaç satır yazıldı, kaç kez cevap geldi… Hayatlarının en önemli anı bu oldu. Mert işe giderken defter çantasında değilse kendini eksik hissediyor, Zeynep defteri alamadığı günlerde uykusuz geceler yaşıyordu. Onlar için artık dünya, defterin içine sığmıştı.
Mert bazen defteri açmadan saatlerce boş sayfalara bakardı. O sayfalarda Zeynep’in yazacaklarını hayal ederdi. Kalemi eline aldığında ise önce elleri titrer, sonra kalbinin ritmine uyum sağlayarak satırlarını dökerdi. Bazen çocukluk anılarını anlattı, bazen hayallerini, bazen de sadece hislerini yazdı. “Bugün gökyüzüne baktım. Bulutların arasında küçücük bir boşluk vardı. Sanki bana gülümseyen tek şey oydu. Keşke yanımda olsaydın, sen de görseydin.” Zeynep bu satırları okuduğunda gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Belki aynı boşluğu göremedi ama Mert’in gördüğünü bilmek bile ona yetti.
Zeynep de günlük hayatından küçük anılar yazıyordu. Bir gün kütüphanede küçük bir çocuk ona çiçek vermişti. Deftere yazdı: “Hiçbir şey söylemeden elime bir çiçek bıraktı. Belki annesinden almıştı, belki yoldan koparmıştı. Ama o küçücük çiçek bana seni hatırlattı. Çünkü senin kelimelerin de çiçek gibi, basit ama kalbime dokunuyor.” Mert bu satırları okuduğunda dudaklarında kocaman bir gülümseme belirdi. Defteri göğsüne bastırdı, sanki Zeynep’in kalbi göğsüne dokunmuş gibi.
Defterin sayfaları doldukça bir gerçek daha belirginleşti: son yaklaşıyordu. Kağıtlar azaldıkça ikisinin de kalbinde ağır bir endişe büyüdü. Zeynep her defteri eline aldığında boş sayfaları sayıyor, kaç yazı daha yazabileceklerini hesaplıyordu. Mert de kalemi eline aldığında bazen boş sayfaya bakıyor, yazmaya kıyamıyordu. Çünkü her yazılan satır, sonu biraz daha yaklaştırıyordu. Ama aynı zamanda yazmadan duramıyorlardı. Çünkü yazmadıkları an nefessiz kalıyorlardı.
Bir gece Mert defteri açtı, uzun uzun düşündü. Sonunda kalemi kaldırdı ve yazdı: “Zeynep, defterin sayfaları azaldıkça korkum büyüyor. Çünkü biliyorum, son yaklaşıyor. Ama şunu da biliyorum: biz bir deftere sığmayacak kadar büyüdük. Kağıt biter, mürekkep kurur ama bizim kelimelerimiz kalır. Senin bana bıraktığın her cümle, hafızamda yeniden yazılıyor. O yüzden defterin sonu bir bitiş değil, yeni bir başlangıç olacak.”
Zeynep ertesi gün bu satırları okuduğunda kalbinin sıkıştığını hissetti. O da aynı korkuyu yaşıyordu. Kalemi aldı ve uzun süre düşündü. Sonunda yazdı: “Mert, ben de korkuyorum. Çünkü bu defter benim için sadece yazı değil, sen demeksin. Ama sen haklısın. Sayfalar bitse de sen içimde kalacaksın. Çünkü sen benim yalnızlığımı susturan tek insansın. Belki defter kapanacak ama senin kelimelerin içimde yeni defterler açtı. Bu yüzden artık korkmuyorum.”
Böylece defterin her boşluğu, yeni bir cesarete dönüşmeye başladı. Onlar birbirlerine en gizli yaralarını döktüler, en büyük korkularını anlattılar. Zeynep annesiyle arasındaki suskunluğu, yıllardır dile getiremediği öfkesini yazdı. Mert babasının gidişini, içindeki boşluğu anlattı. Ve her satırda birbirlerini biraz daha iyileştirdiler. Çünkü kelimeler, onlara bir hayatın verebileceğinden çok daha fazla şey veriyordu: güven, huzur, dostluk, yakınlık.
Artık ikisi de biliyordu: bu defter bitse de onların hikâyesi bitmeyecekti. Çünkü yazdıkları sadece kağıda değil, kalplerine kazınmıştı. Ve insan kalbine yazılan şey, hiçbir zaman silinmezdi.
Defterin sayfaları azaldıkça hem Mert’in hem Zeynep’in kalbinde ağır bir sessizlik oluştu. Artık defteri ellerine aldıklarında ilk yaptıkları şey kaç boş sayfa kaldığını kontrol etmekti. Zeynep bazen defteri çantasından çıkarır, kapağını açmadan uzun süre sadece dokunurdu. Çünkü biliyordu ki kapağı açıp yazmaya başladığında, o defterin sonuna biraz daha yaklaşacaktı. Mert de aynı duyguyla defteri kucağında tutuyor, kalemi eline aldığında uzun uzun boşluğa bakıyordu. Yazmak zorundaydı çünkü yazmadığında boğuluyordu, ama yazmak aynı zamanda sonu hızlandırıyordu.
Bir gün Mert defteri açtı. Sayfaları çevirdi, boş yaprakların azalmasını gördü. Kalbi sıkıştı. Kalemi eline aldı ve yazmaya başladı:
“Zeynep, artık sayfaların sonuna geliyoruz. Belki bu sana basit görünebilir ama benim için bu bir veda gibi. Çünkü biz bütün dünyamızı bu deftere sığdırdık. Çocukluğumuzu, korkularımızı, yalnızlığımızı, umutlarımızı… Hepsi bu kâğıtların içinde. Ve şimdi kâğıt bitiyor. Ama şunu bil: senin kelimelerin bende hiç bitmeyecek. Çünkü ben seni her satırında yeniden buldum. Belki defter kapanacak, ama sen benim içimde açık kalacaksın.”
Defteri aldığında Zeynep bu satırları gözyaşlarıyla okudu. Kalemi titreyerek tuttu, nefesi hızlandı. Uzun süre yazamadı. Sonunda gözyaşlarının arasından şu satırları döktü:
“Mert, ben de aynı korkuyu yaşıyorum. Defterin kapanması demek sanki seni kaybetmek gibi geliyor. Ama sen haklısın; biz bir deftere sığmayacak kadar büyüdük. Sen bana yıllardır duymadığım bir şey verdin: beni görmeyi. İnsan yüzlere bakar ama çoğu zaman kalpleri göremez. Sen beni gördün. Sayfalar bitse de senin bakışın içimde kalacak. Sen benim için sadece satır değilsin, artık nefesim gibisin.”
Son günler daha yoğun geçti. İkisi de her satırı, son defa yazıyorlarmış gibi içten yazdı. Mert çocukken deniz kenarında topladığı taşı anlatırken, o taşın cebinde ona nasıl güç verdiğini ayrıntılarıyla yazdı. Zeynep annesiyle arasında geçen bir geceyi anlattı; annesinin gözlerinde hiç konuşulmayan bir sevgi olduğunu ama bunun asla dile gelmediğini… Bu itiraflar, defterin sayfalarını bir ağırlıkla dolduruyordu. Her satır, bir veda mektubu gibiydi.
Ve sonunda son boş sayfa kaldı. Mert defteri eline aldığında kalbi hızla çarptı. Bu son sayfaya yazacağı şey, belki de bütün hikâyelerinin son sözü olacaktı. Kalemi eline aldı, gözleri doldu, uzun uzun yazdı:
“Zeynep, bu defterin son sayfasına yazarken kalbim titriyor. Çünkü bu sadece bir sayfanın değil, bir hayatın sonu gibi geliyor. Ama aynı zamanda yeni bir başlangıcın işareti. Sen bana güveni, yakınlığı, dostluğu, kelimelerin gücünü öğrettin. Beni en çok da yalnız olmadığımı öğrettin. Bu defter kapanıyor, ama senin kelimelerin bende sonsuza kadar kalacak. Belki bir gün başka bir defter açarız, belki hiç açmayız. Ama bil ki, seni hiç tanımadan, seni hayatımın en gerçek parçası yaptım.”
Bir hafta sonra defter Zeynep’in eline geçti. Son sayfayı gördüğünde gözlerinden yaşlar süzüldü. Defteri göğsüne bastırdı, uzun süre ağladı. Sonra kalemi eline aldı ve son kez yazdı:
“Mert, bu son sayfaya yazmak bana çok zor geliyor. Çünkü yazarken sanki seni kaybedecekmişim gibi. Ama senin dediğin gibi, biz bir deftere sığmayacak kadar büyüdük. Bu defter kapansa da seninle yaşadıklarımız benim için bitmeyecek. Sen bana hiç görmediğim bir şeyi verdin: kelimelerle dokunulan bir kalp. Bu yüzden teşekkür ederim. Sen benim en sessiz günlerimin en büyük sesiydin. Seni hiç görmeden sevdim; ama en gerçek şekilde sevdim. Ve bu bana yeter.”
Defterin kapağını kapattığında, ikisi de biliyordu: bu hikâye artık kâğıtlarda değil, kalplerinde yaşamaya devam edecekti.
Defterin kapağı kapandığında, Mert’in içinde bir boşluk açıldı. Masanın üzerinde duran deftere uzun süre baktı. Sanki yıllardır nefes aldığı pencere birden kapanmış gibiydi. O defter olmadan yaşamak, soluksuz kalmak gibi geliyordu. O an şunu fark etti: deftere yazmak onun için bir ihtiyaç değil, yaşamanın kendisiydi. Şimdi ise önünde kapalı duran o defter, hayatının en büyük sessizliği gibi görünüyordu. Elini defterin kapağına koydu, parmak uçlarıyla harfleri yokladı. Zeynep’in yazdığı son cümleler hâlâ zihninde yankılanıyordu: “Seni hiç görmeden sevdim; ama en gerçek şekilde sevdim. Ve bu bana yeter.” Bu cümleyi defalarca tekrar etti. Her seferinde kalbinin bir tarafı acıyor, bir tarafı da huzur buluyordu. Çünkü bu sözler hem bir sondu hem de sonsuz bir başlangıç.
Zeynep için de durum farklı değildi. Defteri çantasına koyduktan sonra kütüphanenin raflarının arasında dolaştı. Kitapların sessizliği, defterin sessizliğini hatırlatıyordu. Ellerini kitapların kapaklarına sürerken içinden sürekli aynı düşünce geçti: “Artık yazacak yer yok.” Defterin son sayfasına yazdığı cümleler kalbinin en derininden kopmuştu. Onu yazarken elleri titremiş, gözleri dolmuş, nefesi kesilmişti. Şimdi ise defteri yanına alıp eve dönerken kalbinin yarısını çantasında taşıyor gibi hissediyordu. Kapalı bir defterdi ama içinde bütün hayatı vardı.
Geceler en zoruydu. Mert yatağına uzandığında tavana bakıyor, deftere yazmayı özlüyordu. Kalemi eline almak istiyor ama yazacak kâğıt bulamıyordu. Çünkü başka hiçbir kâğıt, o defterin yerini tutamazdı. Boş bir defter alsa bile Zeynep’in satırlarının olmadığı bir sayfa ona eksik gelirdi. O yüzden sadece zihninde yazıyordu. Bazen gözlerini kapatıp hayal ediyordu: Zeynep karşısında, masanın bir ucunda oturuyor, elinde kalem, yazıyor. Sonra kafasını kaldırıp ona bakıyor ve gülümsüyor. Bu hayalin içinde kayboluyor, bazen uyuyakalıyor, bazen gözleri doluyordu.
Zeynep de aynı şekilde deftersiz kalmaya alışamıyordu. Akşamları odasında ışığı kapatıp yatağına uzandığında kendi kendine fısıldıyordu. “Mert, bugün günüm böyle geçti. Kütüphanede sessizdim yine, öğrenciler kitap istedi, ben verdim. Ama aklım hep sende.” Aslında kendi kendine konuşuyordu ama kalbinde hissediyordu: sanki Mert onu duyuyordu. Defter kapalı olsa bile kelimeler hâlâ onların arasında dolaşıyor, görünmez bir bağ kuruyordu.
Günler geçti. Zaman onları birbirinden uzaklaştırmadı, aksine daha da yakınlaştırdı. Çünkü defter bitmiş olsa bile, birbirlerine söyledikleri son cümleler kulaklarında yankılanıyordu. Mert işten dönerken kalabalık sokaklarda yürüyordu ama kalabalığın içinde Zeynep’in varlığını hissediyordu. Bir kahkaha duyduğunda “Acaba onun kahkahası böyle mi olurdu?” diye düşünüyordu. Bir gökyüzüne baktığında “Zeynep de şimdi gökyüzüne bakıyor mu?” diye soruyordu.
Zeynep için de aynısı geçerliydi. Kütüphaneye gelen her yabancı erkek yüzüne istemsizce baktı. Belki Mert’ti, belki değildi. Ama o hiçbirini Mert gibi hissetmedi. Çünkü Mert yüzüyle değil, kelimeleriyle vardı. O yüzden kimin yüzüne bakarsa baksın, kalbinde hep Mert’in satırları vardı.
Zaman geçtikçe ikisi de şunu anladı: defter sadece bir aracıydı. Asıl bağ kelimelerdeydi. Ve o kelimeler artık defterin içinde değil, kalplerinin içinde yazılıydı. Mert geceleri kendi kendine yeni satırlar yazıyor, sabah uyanınca hatırlamaya çalışıyordu. Zeynep bazen küçük kâğıtlara notlar yazıyor, sonra onları saklıyordu. İkisi de biliyordu, defter kapanmış olabilir ama onların hikâyesi asla kapanmayacaktı.
Mert günlerini artık deftersiz geçiriyordu ama hayatının hiçbir şeyi aynı kalmamıştı. Sabahları uyandığında ilk yaptığı şey, masanın üzerinde duran kapalı deftere bakmak oldu. Onu açmıyordu çünkü içinde yeni bir boş sayfa kalmamıştı. Ama kapağına bakmak bile ona huzur veriyordu. Parmaklarıyla kapağı okşuyor, kenarındaki yıpranmış köşeleri yokluyor, sayfaların arasında hâlâ Zeynep’in dokunuşunu hissediyor gibiydi. Sonra yatağından kalkıyor, işe hazırlanıyordu. İşe gitmek onun için hâlâ sıradan, anlamsız bir zorunluluktu ama defterle geçen günlerden sonra bakış açısı değişmişti. Çalışırken eline aldığı kalem bile artık ona Zeynep’i hatırlatıyordu. Çünkü her kalem, her kâğıt artık onların bağına açılan bir kapıydı.
Mert iş yerinde arkadaşlarının anlattığı sıradan sohbetleri dinlerken aslında zihni hep uzaktaydı. Onlar futbol konuşuyor, hafta sonu planlarını yapıyorlardı ama Mert kafasında hep Zeynep’e cümleler kuruyordu. “Şimdi burada olsaydın sana şunu anlatırdım. Sen olsaydın bu boş konuşmaların içinde beni dinlerdin. Ve ben sadece sana cevap verirdim.” Ama konuşmuyordu, içinde saklıyordu. Çünkü biliyordu, artık kelimelerini paylaşabileceği tek yer kalbi olmuştu.
Zeynep için günler kütüphanenin rafları arasında geçiyordu. Kitapların arasında dolaşırken sanki defterin ruhunu hissediyordu. Raflara dizdiği her kitabı bir defter sayfası gibi görüyordu. “Acaba Mert bu kitabı okumuş mudur? Acaba bu hikâyeyi bilse ne düşünürdü?” diye kendi kendine soruyordu. Öğrenciler ona kitap soruyor, danışıyorlardı ama onun zihni hep başka yerdeydi. O cevap verirken kalbinin içinde başka bir cümle dolaşıyordu: “Mert, keşke şimdi burada olsaydın, sana bu kitabı ben verirdim.”
Akşamları en zor vakitlerdi. Zeynep odasında tek başına otururken, eline kalem alıyor ama boş bir deftere yazmaya cesaret edemiyordu. Çünkü biliyordu: ne yazarsa yazsın, Mert okumayacaktı. Bu yüzden defterler dolusu boş kâğıdı bir kenara bırakıyor, sadece kendi kalbine fısıldıyordu. Bazen geceleri aynanın karşısına geçiyor, Mert’e yazıyormuş gibi kendi kendine konuşuyordu. “Bugün günüm böyle geçti. Sen olsaydın bana yine güvenle bakardın. Ama şimdi sadece ben varım, kendi sesim var.”
Mert de geceleri aynı şeyi yapıyordu. Masasında oturuyor, kalemi eline alıyor, boş bir kâğıdın üzerine yazıyor ama sonra yazdıklarını saklıyordu. Çünkü Zeynep’e ulaşmayacağını biliyordu. Yine de yazıyordu, çünkü yazmak onu ayakta tutuyordu. Bir keresinde şöyle yazdı: “Sana yazmak nefes almak gibi oldu. Şimdi sana yazmadan yaşamak boğulmak gibi. Ama seni içimde yaşatmak bile bana yetiyor.” O kâğıdı çekmecesine koydu, bir daha açmadı ama içi biraz olsun hafifledi.
Günler ayları kovaladı. Zaman onları birbirinden koparmadı, aksine daha da yaklaştırdı. Çünkü defterin yokluğu, birbirlerinin kalplerinde bıraktıkları izleri daha da belirginleştirdi. Mert her gökyüzüne baktığında Zeynep’i düşündü. Yağmur yağdığında onun satırlarını hatırladı. Zeynep her kütüphaneye yeni bir kitap geldiğinde, onunla paylaşma isteğini duydu. Her yeni gün, defterin kapanmış olmasına rağmen onlara yeni bir yazı gibi geliyordu.
İkisi de biliyordu: hayatları boyunca belki yüz yüze gelmeyeceklerdi. Belki isimleri sadece defterin içinde kalacak, belki seslerini hiç duymayacaklardı. Ama bu onlar için eksiklik değildi. Çünkü onların sevgisi yüzlerden değil, kalplerden doğmuştu. Ve bu bağ, en saf hâliyle orada yaşamaya devam ediyordu.
Mert bir akşam masasında otururken defteri eline aldı. Kapağını açmadan göğsüne bastırdı. Gözlerini kapadı ve fısıldadı: “Zeynep, sen benim en sessiz günlerimin en büyük sesiydin. Seni hiç görmedim ama en gerçek hâlinle kalbimde yaşıyorsun.” Zeynep de aynı saatlerde odasında pencerenin önünde oturuyordu. Elinde kalemi vardı, boş bir sayfaya küçük bir not yazdı: “Mert, seninle hiç konuşmadım ama hayatım boyunca kimseyle bu kadar yakın olmadım.” Sonra o kâğıdı defterin üzerine koydu.
Böylece defter kapanmış olsa da, onların hikâyesi kapanmadı. Çünkü kelimeler bir deftere sığmazdı. Kelimeler kalplere kazındığında, defter olmasa bile yaşamaya devam ederdi.
Kışın en soğuk günlerinde deftersizliğin ağırlığı Mert’in üzerine daha da çökmüştü. Sabah işe giderken gri gökyüzüne bakıyor, rüzgârın yüzüne çarpan soğuğunu hissediyor, ama içindeki üşüme bundan daha keskin oluyordu. Çünkü eskiden defteri çantasında taşırken kendini sıcak hissederdi. Çantasının içinde varlığını bilmek bile kalbine bir ateş düşürürdü. Şimdi o yoktu. Çantası hafifti ama kalbi ağırdı. İş yerinde pencereden dışarı baktığında yağmur damlaları cama vuruyor, ona Zeynep’in gözyaşlarını hatırlatıyordu. “Acaba şimdi o da yağmuru izliyor mu?” diye düşünüyordu. Belki aynı saatlerde Zeynep de pencerenin önünde oturuyordu.
Gerçekten de Zeynep odasında pencerenin kenarına oturmuştu. Kütüphaneden döndüğünde elinde birkaç kitapla birlikte çantasını köşeye bırakıyor, ışığı açmadan uzun uzun dışarıya bakıyordu. Kar yağmaya başladığında, bembeyaz örtünün altında kalbinin de bir parçası beyaza bürünüyordu. “Keşke Mert de görseydi bu manzarayı,” diyordu kendi kendine. Defterin son sayfasına yazdığı satır aklına geliyordu: “Seni hiç görmeden sevdim; ama en gerçek şekilde sevdim.” İşte o an, kalbinin içinde bir sıcaklıkla birlikte bir sızı yükseliyordu.
Mevsimler değiştikçe içlerindeki hisler de farklı biçimlere büründü. Bahar geldiğinde, Mert sokaklarda açan çiçekleri görünce aklına Zeynep’in verdiği örnek geldi: “Senin kelimelerin bana çiçek gibi geliyor, basit ama kalbime dokunuyor.” O günden sonra her çiçeğe daha dikkatli baktı. Kimi zaman eğilip dokundu, kimi zaman bir çiçeği koparıp cebine koydu. Ama her defasında içinden aynı cümleyi fısıldadı: “Keşke bunu sana verebilseydim, Zeynep.”
Zeynep de baharın gelişiyle daha çok yazmaya başladı. Artık deftere yazamıyordu ama küçük kâğıtlara notlar alıyordu. Her notun başına Mert’in adını yazıyor, sonra onları kitaplarının arasına saklıyordu. O notlardan biri şuydu: “Bugün ilkbaharın ilk günüydü. Kuşlar penceremin önünde öyle bir şarkı söyledi ki, sen yanımda olsaydın bana ‘Bak, bu şarkı senin için söyleniyor,’ derdin. Ama şimdi sadece ben varım. Yine de içimden senin sesin geçti.” Bu notu yazarken gözleri dolmuştu ama bir yandan da kalbinin içinde tatlı bir huzur vardı. Çünkü Mert’in varlığını hâlâ hissediyordu.
Yaz geldiğinde Mert deniz kenarına gitti. Çocukluğunu geçirdiği sahile uzun süre bakakaldı. Dalga sesleri yıllardır ona yalnızlığını hatırlatmıştı. Ama şimdi dalgalar, Zeynep’in kelimelerini hatırlatıyordu. Denizin kıyıya vurup geri çekilmesi ona onların yazılarını düşündürdü. Bazen yakınlaşıyor, bazen uzaklaşıyorlardı ama bağları hiçbir zaman kopmuyordu. Kumlara oturdu, eline küçük bir taş aldı. Taşı parmaklarıyla yokladı ve fısıldadı: “Zeynep, sana yazmayı özledim. Sesini hiç duymadım ama kelimelerin bana en gerçek sesi oldu.” Sonra taşı cebine koydu, yıllar önceki gibi.
Zeynep yaz akşamlarında odasının balkonuna çıkıyordu. Elinde kalemi, dizinde boş bir defter… Deftere bakıyor ama yazamıyordu. Çünkü o defterin içinde Mert yoktu. Yine de gökyüzüne bakıp kendi kendine konuşuyordu. “Şimdi sen de gökyüzüne bakıyor musun, Mert?” Belki bakıyordu, belki bakmıyordu ama Zeynep’in kalbinde tek bir cevap vardı: “Evet, bakıyorsun. Çünkü biz aynı gökyüzünün altındayız.” Bu düşünce ona güç veriyordu.
Sonbahar geldiğinde yapraklar düşmeye başladı. Zeynep kütüphaneden çıkarken kaldırıma düşen sarı yaprakları gördü. Onlara basmamaya çalıştı çünkü hepsi ona defterin sayfalarını hatırlatıyordu. Her yaprak, yazılmış bir cümle gibiydi. Bazıları sağlamdı, bazıları yırtılmıştı ama hepsi bir hikâyeydi. Eve giderken yere eğildi, bir yaprağı aldı ve çantasına koydu. Sanki Mert’in yazdığı bir sayfayı yanında taşıyormuş gibi hissetti.
Mert için de sonbahar, defterin yokluğunu daha derinden hissettirdi. Rüzgâr yaprakları savururken, onun aklına defterin kaybolduğu gün geldi. O gün hissettiği çaresizlik yeniden canlandı. Ama ardından aklına defterin geri döndüğü an geldi. Zeynep’in yazdığı son satırlar zihninde yankılandı: “Sen benim en sessiz günlerimin en büyük sesiydin.” O an anladı ki, defter sadece bir başlangıçtı. Asıl hikâye kalplerinin içinde yazılıydı ve onu hiçbir mevsim silemezdi.
Mevsimler döndükçe defterin yokluğu kalplerinde bir boşluk bırakmadı; tam tersine, onlara yazılmamış yeni satırlar açtı. Çünkü hayatın her anı, bir defter sayfası gibi oldu. Gökyüzü, yağmur, rüzgâr, çiçekler, yapraklar… Hepsi onların defterinin görünmez sayfalarıydı. Ve Mert ile Zeynep, bu görünmez sayfalara sessizce yazmaya devam ettiler.
Mert geceleri yatağına uzandığında tavana bakıyordu. Işıkları kapattığında odası sessizleşiyor, sadece kendi nefesini duyuyordu. Eskiden bu sessizlik ona ağır gelirdi, sanki üzerine yığılan bir yük gibi. Ama şimdi o sessizliği Zeynep’in cümleleri dolduruyordu. Onun sesini hiç duymamıştı ama kelimelerini zihninde öyle sık tekrar ediyordu ki, neredeyse bir sese dönüşmüşlerdi. Bazen gözlerini kapatıyor, “Zeynep şimdi yanımda olsaydı bana ne derdi?” diye soruyordu kendine. Sonra kendi içinde onun sesiyle cevap veriyordu. “Mert, korkma. Çünkü ben buradayım.” O an kalbi hafifliyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Bazen masasına oturup çekmeceden boş bir kâğıt çıkarıyordu. Defter bitmişti, Zeynep’e ulaşamayacağını biliyordu ama yazmaktan vazgeçemiyordu. Kalemi eline alıyor ve içinden geçenleri döküyordu. “Bugün işe gittim. İnsanlar konuştular, güldüler, tartıştılar. Ama ben sadece seni düşündüm. Sen olsaydın sessizce beni dinlerdin. Belki gözlerinle bana güç verirdin. Ben senin gözlerini hiç görmedim ama hayal ediyorum. Gözlerin sessiz olurdu ama bana dünyanın en büyük huzurunu verirdi.” Yazdığı kâğıtları çekmecesine koyuyor, sonra bir daha açmıyordu. Çünkü biliyordu, bunları kimse okumayacaktı. Ama yine de yazıyordu, çünkü yazmak onun için nefes almak gibiydi.
Gün içinde yürürken kalabalıklara bakıyor, bazen durup insanları izliyordu. Onların koşuşturması, aceleleri, telaşları ona yabancı geliyordu. “Neden bu kadar acele ediyorlar?” diye soruyordu kendi kendine. “Benim tek acelem sana yetişmekti Zeynep, ama şimdi sen yoksun. Yine de tuhaf bir şey… Senin yokluğun bile bana huzur veriyor. Çünkü yokluğun bile varlığın gibi gerçek.”
Kimi zaman deniz kenarına gidiyor, dalgaları izliyordu. Çocukken dalgalar ona yalnızlığını hatırlatırdı. Ama şimdi dalgaların sesi Zeynep’in kelimeleri gibiydi. Bir dalga gelip kıyıya vurduğunda, sanki Zeynep “Ben buradayım” diyordu. Sonra dalga geri çekildiğinde, Zeynep’in sessizliği kalıyordu. O an kalbinde hem huzur hem de sızı vardı. Dalgaların ritmiyle birlikte defterin ritmini hissetti. Defterin her açılışında kalbinin nasıl hızlandığını hatırladı. Şimdi o heyecanı özlüyordu ama aynı zamanda o heyecanın içindeki bağın hâlâ yaşadığını biliyordu.
Geceleri uyumadan önce zihninde ona mektuplar yazıyordu. “Zeynep, keşke burada olsaydın. Keşke sana yaşadığım her anı anlatabilseydim. Sen olsaydın bana gülerdin, bana inanırdın. Sen benim hiç görmediğim ama en çok inandığım insansın.” Bu cümleleri kendi kendine fısıldıyor, sonra gözlerini kapatıp uykuya dalıyordu. Rüyalarında onu görmüyordu, çünkü onun yüzünü bilmiyordu. Ama rüyalarında bile onun kelimeleri vardı. Rüya sokaklarında yürürken bir duvara yazılmış bir cümle görüyordu: “Ben buradayım.” İşte o cümle rüyasında bile onunla konuşuyordu.
Mert’in hayatı böyle geçti. Günleri sıradan, sessiz, sakin görünüyordu ama iç dünyasında fırtınalar vardı. Ve bu fırtınaların merkezinde tek bir şey vardı: Zeynep’in kelimeleri. Onun yüzünü bilmeden, sesini duymadan, sadece satırlarla bağlanmıştı ona. Ama bu bağ, bütün bağlardan daha güçlüydü. Çünkü yüzler değişirdi, sesler unutulurdu ama kelimeler kalırdı. Ve Mert bunu biliyordu: Zeynep onun kalbine kelimelerle kazınmıştı.
Zeynep defteri kapattığından beri çantasının içinde taşımaya devam ediyordu. Yazacak sayfası kalmamıştı ama yine de yanına alıyordu, çünkü defter olmadan sanki yarım kalmış gibi hissediyordu. Bazen kütüphanede masanın üzerine koyuyor, kapağını açmadan saatlerce sadece varlığına bakıyordu. İnsanlar yanından geçiyor, kitap istiyor, sorular soruyordu ama o, defterin kapağına bakarken Mert’i hissediyordu. Kendi kendine fısıldıyordu: “Sen buradasın, değil mi Mert? Defter kapandı ama sen hâlâ buradasın.”
Geceleri odasında tek başına kalınca sessizlik büyüyordu. O sessizliği defterin sayfaları doldururdu eskiden, ama şimdi sadece zihnindeki hatıraları vardı. Bazen kalemi eline alıp boş bir kâğıda Mert’in adını yazıyordu. Sonra o adı defalarca tekrar ediyor, satırları dolduruyordu. “Mert… Mert… Mert…” Her harfi yazarken kalbinin biraz daha hızlandığını hissediyordu. Sonra kâğıdı buruşturup çöpe atıyordu çünkü bu satırları kimse okumayacaktı. Mert’e ulaşmayacağını biliyordu. Ama o birkaç saniye boyunca yazmak, sanki onunla konuşmak gibi geliyordu.
Zeynep bazen aynanın karşısına geçiyor, kendi gözlerine bakıyordu. Yıllardır gözlerine bakmamış gibi. Aynada kendine bakarken içinden Mert’e sesleniyordu: “Beni hiç görmedin ama belki gözlerimi görseydin tanırdın. Gözlerim sessizdir ama senin satırlarını okurken hep doldu. Belki bir gün beni rüyanda görürsün Mert, orada tanırsın.” Aynaya bakarken bazen gülüyor, bazen ağlıyordu. Çünkü içindeki boşluğu dolduran tek şey onun kelimeleriydi.
Kütüphanede çalışırken, raflardan kitap indirirken kendi kendine mırıldanıyordu. “Şimdi Mert olsaydı bu kitabı eline alır, bana okur muydu?” diye soruyordu. Sonra cevap veriyordu: “Evet, okurdu. Çünkü o her kelimeye değer veriyor. O, satırların içini görebiliyor.” Bu düşünceyle kitapları daha dikkatli düzenliyordu. Rafların arasında dolaşırken kendini defterin içinde yürüyormuş gibi hissediyordu.
Bazen dışarıya çıkıp kalabalıkları izliyordu. İnsanların telaşı ona yabancı geliyordu. Bir kafede oturup etrafı seyrederken içinden hep aynı cümle geçiyordu: “Hiçbiri bana Mert kadar yakın değil. Çünkü onların gözlerini görüyorum ama içlerini göremiyorum. Mert’in içini gördüm, o da benim içimi gördü.” Bu düşünceyle dudaklarında hafif bir tebessüm beliriyor, ama ardından gözleri doluyordu.
Zeynep’in en çok yaptığı şeylerden biri gökyüzüne bakmaktı. Sabah işe giderken, akşam eve dönerken, kütüphanenin camından, odasının balkonundan… Hep gökyüzüne bakıyordu. Çünkü biliyordu ki Mert de gökyüzüne bakıyordu. “Aynı gökyüzünün altındayız,” diyordu kendi kendine. “Belki farklı şehirlerdeyiz, belki farklı sokaklarda ama aynı gökyüzünü görüyoruz. İşte bu bize yeter. Çünkü ben nereye bakarsam bakayım, seni orada buluyorum.”
Bazen defteri açıyordu, boş sayfası kalmamış olsa bile parmaklarını satırların üzerinde gezdiriyordu. Mert’in el yazısının her kıvrımında onun parmaklarının izini hissediyordu. Sayfalardaki mürekkep kokusunu içine çekiyor, sanki onun nefesini kokluyormuş gibi derin bir huzur duyuyordu. Kapağı kapattığında gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama gülümsüyordu. Çünkü biliyordu, defter bitmişti ama onların hikâyesi bitmemişti.
Zeynep’in içindeki en büyük korku yeniden yalnızlığa dönmekti. Ama Mert’in kelimeleri o korkuyu susturuyordu. İçinden sürekli tekrar ediyordu: “Sen benim en sessiz günlerimin en büyük sesiydin.” Bu cümle artık onun duası olmuştu. Her gün uyumadan önce kendi kendine fısıldıyordu: “Mert, benim en büyük sesim, benim en gerçek yanım…” Ve bu fısıltıyla uykuya dalıyordu.
Sabahın ilk ışıkları şehre yavaş yavaş düşerken Mert uyanıyordu. Perdelerden sızan solgun ışık yüzüne vuruyor, gözlerini açtığında ilk gördüğü şey yine masanın üzerinde duran kapalı defter oluyordu. Elini uzatıp kapağına dokunuyor, sanki yıllar önce yazılmış satırların hâlâ sıcaklığını hissediyordu. İçinde tuhaf bir duygu vardı; defterin sayfaları bitmişti ama o hâlâ orada duruyordu, bir hatıra gibi değil, canlı bir parça gibi. Yatağından kalkarken kendi kendine fısıldadı: “Zeynep, bugün de seninle başlayacak.”
O sırada başka bir şehirde Zeynep de uyanıyordu. Göz kapaklarını açmadan önce kalbinin ritmini dinledi. İçinde hep aynı sızı vardı, ama aynı zamanda bir huzur da vardı. Yanında duran komodinin üzerinde defter kapalı hâlde duruyordu. Onu çantasına koyup kütüphaneye götürmek artık bir alışkanlık olmuştu. Sayfaları doluydu ama varlığı ona güç veriyordu. Elini defterin üzerine koydu, gözlerini kapattı ve mırıldandı: “Mert, bugün de seninle başlayacak.”
Mert işe gitmek için evden çıktığında soğuk bir rüzgâr yüzüne vurdu. Kaldırımlarda insanlar aceleyle yürüyordu. O ise adımlarını yavaşlatıyordu. Çünkü kalabalığın içinde hızlı yürümek, insanların telaşına kapılmak ona yabancıydı. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı; gri bulutların arasından sızan küçük bir ışık gördü. Zeynep’in satırları geldi aklına: “Gökyüzüne bak, çünkü ben de bakıyorum.” Kalbinin içinde bir sıcaklık yayıldı.
Zeynep kütüphaneye giderken otobüsün camından dışarıya bakıyordu. İnsanların yüzlerini izliyordu; kimi gülüyor, kimi dalgın, kimi telaşlıydı. Ama hiçbirinin yüzünde aradığı şeyi bulamıyordu. O an kendi kendine düşündü: “Mert, sen de şimdi başka bir yerde yürüyorsun. Belki gökyüzüne baktın, belki rüzgârı hissettin. Ama eminim hislerin bana dokunuyor.” Dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirdi.
Günün ortasında Mert iş yerinde masasına oturmuştu. Önündeki evraklara bakıyor ama hiçbir şey anlamıyordu. Arkadaşları yan masada gülüşüyor, kahve içiyor, şakalaşıyordu. O ise kalemini eline aldı, boş bir kâğıda küçük küçük yazılar karalamaya başladı. “Bugün seni çok özledim. İnsanlarla konuştum ama hepsi yabancıydı. Çünkü kelimeler onların dudaklarından dökülüyordu ama kalplerinden gelmiyordu. Senin kelimelerin kalbinden geliyordu, işte bu yüzden özlüyorum.” Yazıyı buruşturup cebine koydu. Kimse görmeyecekti, ama yazmak yine de nefes almak gibiydi.
Zeynep öğle arasında kütüphanenin arka bahçesine çıktı. Küçük bir bank vardı, sessizdi, kimse uğramazdı. Çantasından küçük bir kâğıt çıkardı, kalemini aldı ve yazmaya başladı. “Mert, bugün kitaplar arasında dolaştım. İnsanlar kitap seçti ama ben hep seninle konuşuyormuşum gibi hissettim. Çünkü sen de bir kitap gibisin. Her sayfanda yeni bir yanını tanıdım. Keşke yazmaya devam edebilsek. Ama defter bitse bile, ben senin satırlarını hâlâ içimde okuyorum.” Kâğıdı katladı, kitaplarının arasına koydu.
Akşam olduğunda Mert işten çıktı. Sokak lambalarının altında yürürken rüzgâr saçlarını savurdu. Yorgundu ama içinde tatlı bir his vardı. Çünkü biliyordu ki aynı saatlerde Zeynep de eve dönüyordu. Belki o da aynı gökyüzünün altında yürüyordu. “Zeynep, ben buradayım,” diye fısıldadı içinden. “Sen de oradasın ama aynı gökyüzünün altındayız. İşte bu bana yeter.”
Zeynep eve geldiğinde odasının ışığını açmadı. Pencereden dışarı baktı, geceyi dinledi. Sokakta yürüyen insanları izlerken kalbinin içinde aynı fısıltı dolaştı: “Mert, ben buradayım. Sen de oradasın ama aynı gökyüzünün altındayız. İşte bu bana yeter.”
O gece ikisi de birbirinden habersiz, farklı şehirlerde, farklı odalarda aynı cümleyi düşündüler. Ve ikisinin de gözlerinden aynı anda yaş süzüldü. Çünkü defter bitmişti, ama onların hikâyesi hâlâ yazılmaya devam ediyordu.
Kış şehri sert yüzüyle sarıp sarmalarken Mert’in içi de aynı sertlikteydi. Sabah işe gitmek için dışarı çıktığında kar taneleri saçlarına konuyor, ayaklarının altında buzlu kaldırımlar kayıyordu. İnsanlar hızlı adımlarla geçiyor, ellerini ceplerine sokarak soğuktan korunmaya çalışıyordu. Mert ise adımlarını yavaş atıyordu. Çünkü kalbinin içinde başka bir soğuk vardı, öyle bir soğuk ki hiçbir mont, hiçbir atkı ısıtamazdı. Defter çantasında değildi artık, o yokluğun verdiği üşüme gerçek havadan daha derindi. Rüzgâr yüzüne vurduğunda kendi kendine fısıldadı: “Zeynep, sen olsaydın bana ‘Kış da geçer’ derdin. Ama şimdi senin kelimelerin olmadan kış daha uzun.”
O sırada başka bir şehirde Zeynep pencerenin önünde oturuyordu. Dışarıda kar yağıyordu, beyaz örtü bütün sokakları sessizliğe boğmuştu. Çayını yudumlarken defteri kucağında tutuyor, kapağını açmadan parmaklarını üzerinde gezdiriyordu. Boş sayfası yoktu ama varlığına dokunmak bile içini ısıtıyordu. Dışarıdaki karın sessizliğini dinledi ve kendi kendine mırıldandı: “Mert, sen de şimdi üşüyorsun, biliyorum. Belki ellerin ceplerinde yürüyorsun, belki gökyüzüne bakıyorsun. Ben de bakıyorum. Aynı kar taneleri ikimize de düşüyor. İşte bu bana yetiyor.”
Kış yavaş yavaş bahara evrildiğinde, şehirdeki ağaçlar çiçek açmaya başladı. Mert sabah işe giderken kaldırımdaki ağaçların dallarında pembe ve beyaz çiçekler gördü. O çiçeklere uzun uzun baktı. Zeynep’in bir zamanlar yazdığı cümle geldi aklına: “Senin kelimelerin bana çiçek gibi geliyor, basit ama kalbime dokunuyor.” O an gözleri doldu. Eğilip bir çiçeği koparmak istedi ama yapamadı. Çünkü biliyordu, o çiçek Zeynep’e ait olmalıydı. Cebine koyamayacağı bir şeydi bu. O yüzden sadece baktı ve fısıldadı: “
Mert geceleri yatağına uzandığında gözlerini kapatır kapatmaz zihninde aynı sahne canlanıyordu. Defteri açıyor, boş bir sayfa buluyor ve yazmaya başlıyordu. Ama bu defter artık gerçekte yoktu, sadece rüyalarında vardı. Sayfaların arasında Zeynep’in yazıları beliriyor, sonra siliniyor, ardından yeniden ortaya çıkıyordu. Her kelime bir dalga gibi gelip geçiyordu. Bir gece rüyasında Zeynep’in el yazısıyla yazılmış tek bir cümle gördü: “Beni kaybetme.” Uyandığında kalbi yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Ter içinde kalmıştı, elleri titriyordu. Masanın üzerinde duran deftere baktı; hâlâ kapalıydı, hiç açılmamıştı. Ama rüyada okuduğu o cümle, gerçekmiş gibi göğsüne kazınmıştı.
Zeynep de benzer rüyalar görmeye başlamıştı. Yüzünü hiç bilmediği için rüyalarında da Mert’in yüzü olmuyordu. Hep bir siluet, bir gölge görüyordu. Ama sesini duyuyordu; daha doğrusu, kelimelerini. Bir gece rüyasında karanlık bir sokakta yürüdü. Duvarlarda yazılar vardı. O yazıların hepsi Mert’in el yazısıydı. “Ben buradayım.” “Korkma.” “Sen benim en sessiz günlerimin en büyük sesiydin.” Zeynep tek tek okudu, parmaklarıyla yazıların üzerinden geçti. Uyandığında gözleri dolmuştu, yastığı ıslaktı. Ama kalbinde derin bir huzur da vardı. Çünkü biliyordu: Mert ona, defter bitse bile, rüyalarında yazmaya devam ediyordu.
Mert’in rüyaları zamanla daha canlı hâle geldi. Bir gece kendini kütüphanede gördü. Rafların arasında dolaşıyordu. Raflardan birinden tanıdık bir defteri aldı. Açtığında sayfaların bomboş olduğunu gördü. Ama tam o anda görünmeyen bir el boş sayfalara kelimeler yazmaya başladı. Harfler belirdi, cümleler oluştu. Yazılan tek şey şuydu: “Yalnız değilsin.” Mert bu cümleyi gördüğünde boğazı düğümlendi, gözleri doldu. Defteri kapatmak istedi ama yapamadı. Uyandığında kalbi hâlâ o rüyanın içinde atıyordu, elleri kalem tutuyormuş gibi titriyordu.
Zeynep’in rüyaları da değişiyordu. Bir gece kendini deniz kenarında gördü. Kıyıya vuran dalgaların sesi etrafı dolduruyordu. Kumların üzerinde küçük taşlar vardı ve o taşların üzerine kelimeler yazılmıştı. Her taş bir kelimeydi, taşlar birleşince cümle oluyordu. Zeynep taşları tek tek topladı, avuçlarına koydu. Onlardan çıkan cümle şuydu: “Ben seninle varım.” Ama bir anda dalga gelip taşları avucundan aldı, hepsini denize sürükledi. Zeynep çığlık attı, ardından ağladı. Uyandığında avuçlarının boş olduğunu gördü, ama kalbinin içinde o cümlenin yankısı hâlâ duruyordu.
Rüyalar artık ikisi için de bir defter gibi olmuştu. Gerçekte yazamıyorlardı, ama geceleri birbirlerini kelimelerle buluyorlardı. Bazen rüyalar basitti; Mert bir sokağın köşesinde tek bir kelime görüyordu: “Buradayım.” Bazen Zeynep bir kitabın sayfasını açıyor, üzerinde Mert’in yazısını buluyordu. Rüyalarının her detayı, onlara defterin hâlâ açık olduğunu hissettiriyordu.
Günler geçtikçe bu rüyalar, onların en büyük sığınağına dönüştü. Mert uyumadan önce gözlerini kapatırken kendi kendine fısıldıyordu: “Zeynep, bu gece yine görüşelim.” Zeynep de geceleri gökyüzüne bakıyor, yıldızlara fısıldıyordu: “Mert, bu gece yine bana yaz.” Ve her gece, farklı bir şekilde, farklı bir biçimde rüyalarında buluşuyorlardı.
Defter kapanmıştı, sayfalar tükenmişti. Ama rüyalar, kalplerinin yazmaya devam ettiği yeni bir defter olmuştu. Bu defterin sayfaları ne kâğıtla sınırlıydı ne de mürekkeple. Gökyüzü onların defteri, rüzgâr mürekkebi, rüyaları ise kalemleri olmuştu. Ve her gece, uyuduklarında, görünmez bir defterde satır satır birbirlerine yazmaya devam ediyorlardı.