Mert sabah işe giderken kalabalığın arasına karıştı. İnsanlar telaşla yürüyordu, kahkahalar, konuşmalar, araba sesleri birbirine karışıyordu. Ama o bir anda kalabalığın içinde çok tanıdık bir fısıltı duydu. “Mert…” Ses o kadar gerçekti ki irkildi, arkasına döndü. Ama kimse yoktu. Sadece tanımadığı yüzler, aceleyle yürüyen yabancılar… Yine de kalbi hızla çarpmaya başladı. Çünkü biliyordu, bu Zeynep’in sesiydi. Belki kulağında değildi, ama kalbinde yankılanıyordu. Adımlarını yavaşlattı, içinden fısıldadı: “Biliyorum, sen buradasın.”
Zeynep de kütüphanede rafların arasında dolaşırken aynı şeyi yaşadı. Kitapları düzenliyordu, parmakları sayfalara dokunuyordu. Birden, sanki yanında biri nefes alıyormuş gibi bir his geldi. Başını kaldırdı, etrafına baktı ama kimse yoktu. Yine de kokusunu hissetti: yağmurdan sonra toprağın kokusuna karışmış hafif bir rüzgâr… O koku Mert’in kokusu gibiydi. Belki hiç tanımadığı bir kokuydu ama kalbi “Bu onun” dedi. Gözleri doldu, defterin son sayfasındaki cümle aklına geldi: “Sen benim en sessiz günlerimin en büyük sesiydin.” Elleri titredi, kitap yere düştü. Ama onun için bu an, kelimelerden daha gerçekti.
Mert öğle arasında yalnız başına yürüyordu. Bir banka oturdu, etrafındaki insanları izledi. O sırada bir kadın kahkahası duydu. Kahkaha ona Zeynep’i hatırlattı. Hiç gülüşünü bilmediği hâlde, içinden “Eğer gülseydi böyle gülerdi” diye düşündü. O an gözlerinden yaş süzüldü. Kalemi çıkarıp cebindeki kâğıda hızlıca yazdı: “Senin kahkahanı hiç duymadım ama her kahkaha bana seni hatırlatıyor.” Kâğıdı buruşturup cebine koydu. Çünkü kimse bilmemeliydi; bu sır sadece ona ve Zeynep’e aitti.
Zeynep akşam eve dönerken otobüs camından dışarı baktı. Yağmur damlaları cama vuruyordu. Gözlerini kapadı ve bir ses duydu. “Ben buradayım.” Gözlerini açtı, yanındaki koltuk boştu. İçinde bir ürperti hissetti ama aynı zamanda huzur yayıldı. Kalbinin en derininde biliyordu: Mert’in sesi artık sadece rüyalarda değil, gündüzlerde de yanındaydı. Dudaklarının arasından sessizce fısıldadı: “Evet, buradasın.”
Günler geçtikçe bu hisler daha da yoğunlaştı. Mert kalabalık bir toplantıda otururken insanların sesleri arasında bir anda kendi adının fısıldandığını duydu. Başını kaldırdı, kimse ona bakmıyordu. Ama kalbinin ritmi değişti. Çünkü o ses başka hiçbir sese benzemiyordu. Zeynep’in adı da onun dudaklarından fısıltı gibi dökülüyordu. Masanın üzerinde duran kalemine baktı, içinden geçirdi: “Bu kalem seni bana getirdi, şimdi sesin de bana geliyor.”
Zeynep de benzer anlar yaşıyordu. Bir gün kütüphanenin sessizliğinde kitap okuyan öğrencilerin arasında, sanki bir çift gözün ona baktığını hissetti. Başını kaldırdı ama herkes kendi işine dalmıştı. Yine de kalbi hızla çarptı. Çünkü o bakış görünmezdi, ama ona aitti. İçinden fısıldadı: “Mert, sen beni görmeden de görüyorsun.”
Artık rüyalar ve gündüzler birbirine karışmıştı. Onlar için sınır yoktu. Uyuduklarında kelimelerde buluşuyor, uyandıklarında seslerde, kokularda, işaretlerde hissediyorlardı. Defter kapanmıştı ama hayat onların hikâyesini farklı yollarla yazmaya devam ediyordu. Her gün, her gece, her nefeste birbirlerini taşıyorlardı.
Kış, şehrin kemiklerine işleyen sessiz bir ağırlık gibi çökmüştü; sabahları camların iç yüzeyinde ince bir buğu tabakası, dış yüzeyinde titreyen kar kristalleri olurdu. Mert evden çıktığında ilk adımını buzlu basamağa dikkatle atar, sokağın keskin soğuğu yüzüne çarparken burnuna metalimsi bir koku dolardı. Yürüdükçe paltosunun yakasını biraz daha kaldırır, ancak içindeki üşümenin havayla ilgisi olmadığını anlardı. Durakta bekleyen kalabalığın içinde, konuşmaların arasından bir fısıltı hep aynı yerden yükselirdi sanki: adını söyleyen, yumuşak bir ses. Dönüp baktığında kimse yoktu; yine de o sesin bıraktığı sıcaklık, cebindeki parmaklarını çözer, avuç içindeki kıvrımlara kan geri dönerdi. Otobüsün camına yaslandığında cama önceden sinmiş deterjan kokusu, yan koltuktaki birinin yağmurla ıslanmış montunun kokusuna karışır; Mert, “yağmurdan sonraki toprak” diye tarif ettiği o ferah kokunun Zeynep’te olduğunu hiç görmeden bilirmiş gibi hissederdi. Camdaki buğuyu parmağıyla silerken farkında olmadan “Z” harfi çizer, sonra utanır gibi hızla elini geri çekerdi; ama parmağının bıraktığı iz, aydınlanan sabahla birlikte kısacık bir süre daha kalırdı.
Zeynep kütüphaneye vardığında girişteki paspasın üstüne düşen kar taneleri hızla erir, kahverengi liflerin arasında küçük su kümecikleri bırakırdı. Kapıdan içeri girerken solundaki panonun köşesine iliştirilmiş notta eğri büğrü bir el yazısı görür, bir an için o yazının “M” harfini Mert’in yazısı sanır, nabzı hızlanırdı. Gardırobun kilidini açarken metal anahtarın dişleri, yıllardır değişmeyen rutinin küçük sesini çıkarır; o ses Zeynep’in kulağında bir defter sayfasının çevrilişi gibi yankılanırdı. Gün daha kimse gelmeden masaların üzerinde biriken tozu kuru bir bezle siler, bir masanın köşesinde bir öğrencinin unuttuğu çizgili kâğıdı bulurdu. Kâğıtta yarım kalmış bir cümle: “Ben—”. Kâğıdı geri bırakır, yutkunur, “Ben buradayım,” diye içinden tamamlar; cümleyi tamamlamakla tamamlamamak arasında gidip gelen bir yük hafiflerdi göğsünde.
Kentin kışı çekilirken kaldırım ağaçlarının koyu kahverengi dalları, sanki utangaç bir itiraf gibi, önce şişer, sonra teker teker minik tomurcuklara dönerdi. Mert öğle yemeğinden dönerken bir dala eğilip o tomurcuğa parmağını değdirmeden bakar; tomurcuğun içindeki sıkışık yeşillikte yeni bir sayfanın kenarını görür gibi olurdu. Avuç içine sığan küçük bir taş bulduğunda—asfaltın kenarında, kaldırımın çukurunda—onu cebine koyar, taşın yüzeyindeki pütürü dillemeden sadece dokunurdu; taş ısındıkça aklından geçen cümleler netleşir, “Bir gün bunu sana anlatacağım,” diye fısıldardı. Anlatamayacağını bile bile fısıldardı; çünkü fısıldamak da bir yazıydı ve şehir, dinleyenine cümleleri farklı yollarla geri verirdi. İşte o gün, köşe başındaki fırından çıkan ekmek kokusunun içine karışmış ılık susam buharı, Mert’in zihninde bir parantez açar, parantezin içini Zeynep’in göremediği ama hissedebildiği şeylerle doldururdu: sünger gibi yumuşak bir iç, hafifçe sertleşmiş bir kabuk ve her lokmada çoğalan, tuhaf bir ev hissi.
Zeynep baharla birlikte kütüphane pencerelerini daha sık açmaya başladı; içeriye giren hava kağıt tozunu kıpırdatırken rafların arasında çoktan unutulmuş bir kitabın sayfaları—sanki kendi kendine—kıpırdar, çevrilir gibi olurdu. Bu küçük hareketi görünce nefesi hızlanır, “ben çevirmedim,” der, sonra gülümserdi; belki rüzgâr, belki rastlantı, belki de görünmez bir el… Masasına oturur, etiketlemeyi bekleyen kitapları önüne dizer, her kitabın künyesini tek tek yazar; ama arada başlığın harfleri birbirine girer, örneğin “bahçe” kelimesindeki “ç” harfi, Mert’in adındaki “M” ile aynı satırın bir yerine taşınırdı zihninde. Öğle aralarında arka bahçeye çıktığında zeminden yükselen nisan kokusu—ıslak toprak, yeni biçilmiş çimen, uzak bir portakal kabuğu—ona bir defter sayfasının çok geriden gelen mürekkep kokusunu hatırlatır; parmak uçlarını birbirine sürter, hayali bir kâğıdın liflerini yoklar, nihayet çantasından minik bir not kağıdı çıkarıp yalnızca tek kelime yazar: “Buradayım.” Notu, kimsenin açmayacağı bir kitabın içine saklar; belki yıllar sonra bir öğrencinin eline geçer ve anlamsız bir kelime gibi görünür, ama kelimeler bazen yanlış elde karşılığını bulur, doğru elde yankısını verir. Zeynep, bu ihtimali, bir duaya dönüştürürdü.
Yaz, şehrin üzerine ağır bir örtü gibi serildiğinde gündüzler uzar, akşamüstlerinin turuncu-sarı ışığı her şeyi olduğundan daha yumuşak gösterirdi. Mert, mesai bitiminde deniz kenarına iner, ısınmış taşların üstünde yürürken ayak tabanlarında bir hafiflik hissederdi; dalgaların ritmi, gün boyunca birikmiş düşünceleri düzenler, cümlelerin sıraya girmesini sağlardı. Kıyıda yosun kokusuna karışan sıcak asfaltın tatlı ekşimsi buharı, yazın kendine özgü alfabesiydi; her kokunun bir harfi, her esintinin bir hecesi vardı. “Sana bütün bunları nasıl anlatabilirim?” diye mırıldanır, elini suya daldırır, suyun serinliğini avucunda tutmaya çalışır, tutamayınca gülümserdi: bazı şeyler tutulmaz; sadece hissedilir. O gece eve dönerken, evlerin açık pencerelerinden taşan yemek kokuları—domatesle buluşmuş soğan, bir yerlerde kızaran ekmek, başka bir pencereden sızan tarçın—onun için bir mektubun sonundaki içli bir not gibiydi: “Yedin mi, doydun mu, iyi misin?” Bu soruları Zeynep’e yönelttiğini fark ettiğinde yürüyüşünü yavaşlatır, sanki cevap gelebilecekmiş gibi başını hafifçe yana çevirirdi.
Zeynep yaz gecelerinde balkonuna bir iskemle atar, ayaklarını çıplak mermerin üzerine uzatırdı; mermerin sakladığı gündüz sıcağı, akşamın serinliğinde yavaş yavaş eline verirdi ısısını. Gövdesini yasladığı sandalyenin gıcırdayan sesinde bile bir ritim bulur, o ritmi dalgalarınkine benzetir, hiç gitmediği kıyıları zihninde çizgide çizerdi. Bir bardak suya birkaç damla limon sıkar, kabuğun yağı dudak kenarında kısa bir yanma bırakır; tam o anda, “şimdi Mert de su içiyor olsaydı, limon mu isterdi, sade mi?” diye gereksiz gibi görünen, ama içinde koca bir yakınlık taşıyan bir soru düşerdi içine. Bunu düşünürken sokaktan bir bisiklet zili sesi, sonra uzak bir çocuk kahkahası yükselir; Zeynep, “gülüşü nasıldır?” diye sormazdı kendine, çünkü bilirdi: bilmediği şeyler de sevilirdi; bilmemek, vazgeçmek demek değildi.
Sonbahar, sessiz bir el gibi renkleri yavaşça değiştirirken ayrıntılar daha görünür hâle geldi. Mert bir sabah ofise giderken yere düşmüş bir yaprağın damarlarını fark etti; upuzun ve birbirine bağlanan çizgiler… Yaprağı avucuna aldı, güneşe doğru kaldırdı; damarların arasından süzülen ışık, bir haritanın nehirlerini andırıyordu. “Kırık kalplerin atlası,” diye geçirdi içinden, sonra ürküp omzunun üzerinden baktı, sanki içinden geçen cümle yüksek sesle söylenmiş gibi, birileri duymuş olabilirdi. Yaprağı ceketinin iç cebine koydu; cebinin iç astarı, yaprağın kenarlarına yumuşak bir kılıf oldu. Gün boyu elini cebine götürüp yaprağı yokladı; kırılmasın diye temkinli, ama orada olduğunu bilsin diye ısrarla. Akşam eve dönerken bir vitrinin camında kendi yansımasına göz ucuyla baktı; yansımanın omuz hizasında, ceketinin içinden belli belirsiz yaprağın eğrisini seçti. O küçük eğri, görünmez bir cümleydi; cümleyi yalnızca yazan ve okuyan bilirdi.
Zeynep sonbaharda kütüphanenin penceresinden dışarı bakarken yağmurun cama bıraktığı zikzak izlerini bir notaya benzetir, parmağıyla masaya o notaların ritmine eşlik ederdi. Öğleden sonra, hiç tanımadığı yaşlı bir adam kitap iade etmeye geldi. Adamın ceketinden eski tütünle naftalin kokusu yükseldi; tam da o anda Zeynep’in zihninde, Mert’in bir keresinde anlattığı çocukluk evi canlandı. Anlatamadığı ama varlığını ima ettiği odalar, döşemeden gelen gıcırdama, balkonda kuruyan halının deterjan kokusu… Yaşlı adam teşekkür ederken, sesindeki çatlak bir tel kadar kırık ton Zeynep’in boğazına bir düğüm aldı; “iyi günler” demek iki kelimeydi, ama kelimelerin ağırlığı vardı ve Zeynep onları dikkatle, kırmadan, yere düşürmeden uzattı. Adam gidince masanın çekmecesinden yapışkanlı bir not kâğıdı çıkarıp bir kelime daha yazdı: “İyiyim.” Bu notu çekmeceye geri koydu; çünkü bazen kendine yazılan en kısa cümle, hayata verilmiş en uzun cevaptı.
Ve bütün bu mevsimlerin birbirine eklemlendiği, gündüzle rüyanın sınır çizgilerinin inceldiği zamanlarda şehir de kendi görünmez defterini tutmaya başladı. Aynı gün, iki farklı semtte iki farklı otobüs şoförü aynı şarkıyı açtı; Mert’in otobüsünde başlayan nakarat, Zeynep’in otobüsünde başka bir kıtadan ona ulaştı. Bir bakkal poşete fazladan bir sakız attı; Mert sakızın kağıdındaki küçük mavi harfi “Z” sandı, gülümsedi. Bir posta kutusunun üzerinde yağmurdan kalma bir su damlası, güneş vurunca küçücük bir prizmaya döndü; Zeynep o prizmanın içindeki renklerin sırayla belirmesine bakıp “her duygu sırayla gelir ve geçer” diye düşündü. Şehrin asfaltı gündüzleri taşıdı, geceleri serinledi; kaldırımda unutulmuş bir mendil kurudu, bir çocuğun elinden düşen kırmızı bir boncuk rögara takılıp kalakaldı. Bütün bu küçük ayrıntılar, ikisinin de zihninde görünmez cümleler hâline geldi; çünkü ikisi de artık biliyordu: yazmak yalnızca kalemle yapılan bir şey değildi. Yürümek, bakmak, koklamak, susmak, elini cebine atıp yaprağı yoklamak… Hepsi bir yazıydı. Hepsi bir “buradayım”dı.
Mert bir akşamüstü, gölgelerin uzadığı, dükkânların kepenklerini yarıya kadar indirdiği o aralık saatlerde bir kırtasiyenin önünde durdu. Vitrindeki defterlere baktı. Kapakları parlak, sayfaları bembeyaz, köşeleri henüz hiç yuvarlanmamış. Kapıyı açmadı; yalnızca baktı. Çünkü anladı: yeni bir defter açmak, eskisini unutmak değildi; ama bazen en doğru yazı, hiç kâğıda düşmeyen yazıydı. Avucunu vitrinin camına hafifçe bastırdı; soğuk camdan eline geçen serinlik, zihninde tek bir cümleye dönüştü: “Beni kaybetme.” O cümleyi kendine, geçmişine, şehre, hatıralara söyledi; birine değil, herkese ve her şeye.
Zeynep, aynı saatlerde kütüphanenin ışıklarını tek tek kapatıyordu. Son anahtarı çevirmeden önce geri döndü, karanlığa gömülen raflara baktı; kitap sırtlarının altın yaldızlı harfleri karanlıkta bile azıcık parladı. Kapıyı çekti, koridora çıktı; koridorda yalnız yürürken ayakkabısının topuğu zeminde ritmik bir ses bıraktı. O ritimde, yıllar önceki bir defter sayfasının çevrilişini, rüyaların sessiz kıpırtısını, Mert’in adının ilk harfinin nefeste aldığı o kısacık zamanı duydu. Cep telefonunun notlar uygulamasını açtı, bir satır yazdı ve kaydetmedi: “Ben hâlâ buradayım.” Ekran kapanınca cümle de kayboldu; ama cümleler kaybolmak için yazılmazdı zaten—var olmak için yazılırdı ve Zeynep onların en çok kalpte kaldığını, en güvenli yerin orası olduğunu çoktan öğrenmişti.
Kış yeniden dönecekti, bahar yine açacak, yazın kokusu ağır ağır sokaklara sızacak, sonbahar yaprakları bir atlas gibi şehrin üzerine serecekti. Mert ile Zeynep, aynı gökyüzünün altında, aynı rüzgârın farklı pencerelere taşıdığı kokuyu içlerine çekmeye devam edecek, gündüzleri duydukları bir fısıltıyı geceleri rüyalarında tamamlayacaklardı. Birinin cebinde sararmış bir yaprak, ötekinin kitabında unutulmuş küçük bir not; birinin camda kalan parmak izi, ötekinin buğuya yazıp silinen harfi… Bütün bunlar, görünmez bir defterin sayfalarıydı artık. Kağıda yazılmayan, ama hayatın her anına işlenen satırlar; her mevsim yeniden okunan, her sabah başka bir ışıkla anlam kazanan, her gece “buradayım” diyen, hiç bitmeyen bir hikâye. Ve ikisi de, uzak ve yakın, bildikleri ve bilmedikleri her şeyle, aynı cümlenin içinde yaşamayı sürdürüyorlardı: “Seni hiç görmeden sevdim; ama en gerçek şekilde. Bu bana yetiyor—ve yine de yazmaya devam ediyor.”
Mert sabah uyandığında şehrin üzerinde gri bir sis vardı. Perdeleri araladı, camın arkasındaki buğuyu eliyle sildi. Parmağının izleri cama ince çizgiler bıraktı. O çizgilere bakarken istemsizce Zeynep’in adının baş harfini çizdi. Bir an için ürktü, sanki gizli bir şeyi açığa vurmuş gibi. Sonra gülümsedi. Çünkü aslında o harf hep kalbinin içindeydi, camda görünür olması sadece tesadüftü. Yatağından kalkarken kendi kendine mırıldandı: “Zeynep, sen buradasın.”
Zeynep de aynı sabah kütüphaneye gitmek için hazırlandı. Çantasına kitapları koyarken defterin kapalı hâlde orada durduğunu fark etti. Onu yanına almak istedi ama sonra duraksadı. Defter bitmişti; artık yeni kelimeler sığmazdı içine. Yine de elini defterin kapağına koydu, parmak uçlarını gezdirdi. Kalbinin ritmi değişti. Sessizce fısıldadı: “Mert, yazamıyoruz ama sen hâlâ içimdesin.” Defteri bırakıp çıktı, ama gün boyu yanında taşımadığı için kalbinin içinde bir eksiklik hissetti.
Mert işe giderken yol kenarında bir çocuğun elinden düşen kırmızı bir balon gördü. Balon rüzgârla savruluyor, gökyüzüne yükseliyordu. Çocuk koştu ama yetişemedi. Mert balonu gözleriyle takip etti, gökyüzünde kayboluncaya kadar. O an kendi kendine düşündü: “Bizim defter de öyleydi. Ellerimizden kayıp gökyüzüne çıktı. Ama orada kaybolmadı, gökyüzüne yazıldı.” İçinde bir huzur yayıldı. Çünkü artık kayboluşlar ona sadece kayıp değil, aynı zamanda başka bir yerde yeniden var oluşu hatırlatıyordu.
Zeynep gün içinde rafların arasında dolaşırken bir kitabın arasından kurumuş bir yaprak buldu. Kimin koyduğunu bilmiyordu. Yaprağın damarları hâlâ belirgindi, ince çizgiler sanki küçük bir harita gibiydi. Yaprağı avucuna aldı, uzun süre inceledi. Kalbinin içinden bir cümle geçti: “Mert, sen de böyleydin. İnce çizgilerin arasında saklı, ama kalbimin haritasını çizen sendin.” Yaprağı kitabın arasına geri koymadı, çantasına attı. Çünkü o yaprak ona defterin hatırasını taşımış gibi geldi.
Mert akşam eve dönerken bir köşede çiçek satan yaşlı bir kadını gördü. Tezgâhında küçük papatyalar vardı. Kadın, yanından geçenlere “Alın, şans getirir,” diyordu. Mert yanına gitti, bir demet papatya aldı. Eve getirdiğinde vazoya koydu, masanın üzerine bıraktı. Çiçeklerin beyaz yapraklarına uzun uzun baktı. “Sen bana çiçek gibisin,” diye fısıldadı. O an Zeynep’in defterde yazdığı cümle geldi aklına: “Senin kelimelerin bana çiçek gibi geliyor.” İçinde tuhaf bir titreme oldu, gözleri doldu.
Zeynep aynı akşam odasının balkonuna çıktı. Gökyüzü açık ve yıldızlarla doluydu. Elleriyle parmaklarını yıldızların üzerinde gezdiriyormuş gibi yaptı. Sonra avucunu göğe kaldırdı, yıldızların ışığını avucunda toplamaya çalıştı. Başaramadı elbette, ama o an kalbinin içinde bir ses duydu: “Ben buradayım.” Gözleri doldu, avucunu kalbine bastırdı. O an yıldızların hepsi ona Mert’i hatırlattı.
Artık gündelik hayatın en küçük ayrıntıları bile onların hikâyesine dönüşüyordu. Bir balon, bir yaprak, bir çiçek, bir yıldız… Hepsi birer satırdı. Defter bitmişti, ama hayat onların yeni defteri olmuştu. Ve her gün, her an, her mevsim bu defterin sayfalarına yeni satırlar ekleniyordu.
Mert geceleri yatağına uzandığında düşünceleri bir türlü susmuyordu. Defterin bitişinden bu yana geçen zaman içinde kendine en çok sorduğu soru şuydu: “Ben neyi seviyorum?” Zeynep’in yüzünü görmemişti, sesini duymamıştı, dokunmamıştı. Onu sadece kelimelerden tanıyordu. Ama kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki, bunun adı başka hiçbir şey olamazdı. Kendine defalarca, “Belki ben bir hayale tutundum, belki sadece boşluğun içini dolduruyorum,” dedi. Ama hemen ardından, içinden yükselen güçlü bir ses ona cevap veriyordu: “Hayal bu kadar gerçek hissettirmez. Hayal bu kadar içini ısıtmaz. Hayal, seni ayağa kaldırmaz.” Sonra derin bir nefes alır, gözlerini tavana dikerdi. Kendi kendine fısıldardı: “Ben, Zeynep’in ruhunu sevdim. Ve ruhunu sevmek, yüzünü görmemekten daha gerçektir.”
Zeynep de benzer bir hesaplaşma yaşıyordu. Kütüphanede boş bir anda masaya oturur, kalemi parmaklarının arasında çevirirdi. Zihninde hep aynı sorular dönüp dururdu: “Ben bu kadar bağlanmayı nasıl kabul ettim? Hiç görmediğim birine, kelimelerle hayatıma girene… Bu normal mi, yoksa delilik mi?” Ama sonra kalbinin derininden bir cevap gelirdi. “Normal olan neydi ki? Yüzünü gördüğüm insanlar beni anlamadı, yanımda yürüyenler bile beni yalnız bıraktı. Ama o, bir defterin içinden bana dokundu. Onun kelimeleri benim kalbime değdi. Gerçeklik bazen gözde değil, kalpte olur.” İçinde hep bir korku vardı: “Ya ben sadece kendi yalnızlığımla konuşuyorsam? Ya Mert aslında yoksa?” Ama hemen ardından defterdeki satırlar gözlerinin önüne gelir, “Hayır,” derdi. “O gerçek. Çünkü kalbimin ritmi, yalan bir şey için böyle hızlanmaz.”
Mert işten dönerken kalabalığın arasında yürüdüğünde çevresindeki herkesin yüzüne baktı. İnsanların gözlerinde bir telaş, bir yorgunluk, bir amaç vardı. O an düşündü: “Ben neden bu kadar farklıyım? Neden herkes kendi yolunda giderken ben kelimelerle yolumu buluyorum?” İçinden geçen cevap acıydı: “Çünkü ben eksiktim. Çünkü bende yaralar vardı. Ve Zeynep, o yaralara dokunmadan onları sardı.” Gözleri doldu. Kendi kendine itiraf etti: “Ben, Zeynep’te kendimi buldum. O benim yarımı tamamladı.”
Zeynep de günün birinde eve dönerken otobüsün camına başını yasladı. Dışarıda yağmur yağıyordu, camdaki damlalar yarışır gibi aşağı süzülüyordu. Düşünceleri de aynı hızda birbirine çarpıyordu. “Ben neden bu kadar bağlandım? Belki de hayatım boyunca ilk defa gerçekten duyulduğum için.” İçinden geçenleri kelimelere döktü: “Mert, sen beni yüzümden tanımadın. Saçımı bilmedin, göz rengimi bilmedin. Ama en karanlık korkularımı, en gizli yaralarımı bildin. İşte bu yüzden sana bağlandım. Çünkü sen beni dışımdan değil, içimden gördün.”
Mert aynada kendi yüzüne baktığında bazen şunu düşündü: “Ya ben bir gün onu görürsem? Ya gözlerime bakarsa? Ya beni beğenmezse?” Bu düşünce onu korkutuyordu. Sonra kendi kendine gülümserdi. “Ama o zaten beni gördü. Benim içimi gördü. Artık yüzüm, gözüm, bedenim önemsiz. Çünkü ben onun için çoktan varım.”
Zeynep de aynı korkuyu hissediyordu. “Ya o beni görürse ve bende hayal ettiğini bulamazsa?” Sonra kendi kendine cevap verirdi: “Ama o zaten beni buldu. Kelimelerimde, suskunluğumda, kırgınlıklarımda… Belki yüzüm onun düşlediği gibi değildir. Ama kalbim onun düşlediğinden de fazlasıdır.”
Ve ikisi de, aynı gökyüzünün altında, aynı sorularla, aynı cevaplarla yaşamaya devam ettiler. Yüzlerini bilmeden, seslerini duymadan, sadece kalplerinden çıkan kelimelerle birbirlerine en gerçek şekilde bağlandıklarını kabul ettiler. Onların hikâyesi deftere yazılmamıştı artık. Kalplerine kazınmıştı. Ve kalbe yazılan hiçbir şey, asla silinmezdi.
Aradan yıllar geçti. Takvim yaprakları değişti, mevsimler defalarca döndü. Mert’in saçlarına erken beyazlar düştü, alnında ince çizgiler belirdi. Zeynep’in gözlerinin kenarında minik kırışıklıklar oluştu, ama gözlerindeki o derin bakış hiç değişmedi. İkisi de bambaşka hayatlar yaşadılar: Mert işini sürdürdü, Zeynep kütüphanede yıllarını verdi. Şehir büyüdü, sokaklar kalabalıklaştı, yeni binalar yükseldi. Ama onların içinde hiç değişmeyen bir şey vardı: defterin bıraktığı iz.
Mert bazen çekmecesini açar, yıllar önce yazıp buruşturduğu o küçük kâğıtları bulurdu. Mürekkebi solmuş, kağıdı sararmıştı. Ama cümleler hâlâ oradaydı. Birini açar, titreyen elleriyle okurdu: “Senin kahkahanı hiç duymadım ama her kahkaha bana seni hatırlatıyor.” Gözleri dolar, dudakları titrerdi. Yıllar geçse de o cümlenin ağırlığı hiç azalmamıştı. Sonra kâğıdı katlar, tekrar çekmecesine koyardı. Çünkü bazı sözler okunmak için değil, sadece saklanmak için yazılmıştı.
Zeynep de kitaplarının arasında sakladığı küçük notları yıllar sonra tekrar bulurdu. Sararmış sayfalarda kendi el yazısını görünce kalbi sızlardı. Bir notun üzerinde şöyle yazıyordu: “Mert, bahar geldi. Kuşlar şarkı söylüyor, çiçekler açıyor.” Zeynep bu satırları okuduğunda baharın kokusu burnuna gelir, gözleri dolar, ama aynı zamanda kalbi ısınırdı. Çünkü yıllar geçse de, defter bitse de, kelimeler canlı kalmıştı.
Mert, yaş aldıkça daha sessiz biri oldu. Arkadaş çevresi daraldı, yalnızlığı çoğaldı. Ama hiçbir zaman boşluk hissetmedi. Çünkü içinde hâlâ Zeynep’in kelimeleri vardı. Akşamları gökyüzüne bakar, yıldızları sayar, kendi kendine fısıldardı: “Zeynep, hâlâ buradayım.” Bazen yanından geçenler onu kendi kendine konuşurken görür, tuhaf bakarlardı. Ama Mert’in umurunda değildi. Çünkü o konuşmayı duyması gereken zaten duymuştu.
Zeynep de yıllar geçtikçe daha içine kapanık oldu. Kütüphanede genç öğrenciler onun yerini doldurdu, rafların arasında dolaşan yeni yüzler vardı. O ise çoğu zaman köşedeki masasında sessizce kitap okuyordu. Ama her kitapta, her satırda Mert’i arıyordu. Yıllar önceki defterden kalan cümleler, onun için hâlâ en değerli satırlardı. Geceleri odasında otururken pencerenin önünde çantasından defteri çıkarır, kapağını okşar, gözlerini kapatırdı. İçinden fısıldardı: “Mert, sen benim en sessiz günlerimin en büyük sesiydin.”
Şehirde zaman değişti, insanlar değişti, sokaklar değişti. Ama onların kalplerindeki bağ hiç değişmedi. Bazen Mert, sokakta yürürken bir kadının saçlarının savruluşuna bakar, “Acaba bu Zeynep mi?” diye düşünürdü. Bazen Zeynep, otobüste yanına oturan bir adamın parfümünü koklar, “Acaba bu Mert mi?” diye içinden geçirirdi. Ama asla emin olamazlardı. Belki yüzlerce kez yan yana geçmişlerdi, belki hiç karşılaşmamışlardı. Ama bunun önemi yoktu. Çünkü onlar zaten birbirlerini çoktan bulmuşlardı.
Yıllar sonra bile defter onların hayatında en değerli şey olarak kaldı. Bir eşya değil, bir yaşamın kalbi gibi. Onu ellerine aldıklarında gençliklerini, yalnızlıklarını, buldukları huzuru hatırlıyorlardı. Zaman geçse de, kelimeler eskimiyordu. Çünkü kalbe yazılan şeyler zamanla solmazdı. Ve onlar, yüzlerini hiç görmeden, seslerini hiç duymadan, hayatlarının en gerçek hikâyesini yaşamışlardı.
Yıllar ilerledikçe şehir gürültüsü daha da arttı. Yeni yollar yapıldı, eski binalar yıkıldı, yerine gökdelenler yükseldi. İnsanların adımları hızlandı, konuşmaları daha kısa ve telaşlı oldu. Ama Mert ve Zeynep’in içinde zaman başka türlü akıyordu. Onlar için saatler, takvimler, yıllar önemli değildi. Onlar için önemli olan, bir defterde başlayan kelimelerin hâlâ kalplerinde yankılanmasıydı.
Mert artık saçlarının beyazlığını gizlemiyordu. Aynada her gördüğünde kendi kendine mırıldanıyordu: “Belki Zeynep de böyle beyazlamıştır.” Bu düşünce ona garip bir huzur veriyordu. Çünkü zamanın sadece kendisine değil, ikisine de aynı anda dokunduğunu biliyordu. Akşamları işten döndüğünde evinde oturuyor, eski çekmecesini açıyor, yıllar önce buruşturup sakladığı kâğıtları çıkarıyordu. Onların üzerinde solmuş mürekkep izleri vardı ama satırların ruhu hâlâ tazeydi. Her cümleyi okuduğunda kalbi yeniden çarpıyordu. “Senin kelimelerin bana çiçek gibi geliyor.” Bu cümle artık onun duası olmuştu. Kağıdı göğsüne bastırıyor, gözlerini kapatıyor ve fısıldıyordu: “Zeynep, hâlâ buradayım.”
Zeynep de kendi hayatında benzer ritimlerle yaşıyordu. Kütüphanede artık daha az çalışıyor, çoğu zaman köşedeki masasında oturuyordu. Gençler rafların arasında koşuştururken o, onların hareketlerine bakıyor ve kendi gençliğini hatırlıyordu. Çantasından defteri çıkarıyor, kapağını okşuyor, bazen gözlerini kapatarak satırları yeniden okuyormuş gibi yapıyordu. Defterin içinde yeni kelimeler yoktu ama onun için önemli olan, içindeki eski kelimelerdi. Çünkü kelimeler bir kez yazıldığında, kalbe kazındığında, zamanla silinmezdi.
Mert bir gün şehrin kalabalık meydanında yürürken, etrafındaki yüzlere baktı. Herkes aceleyle geçiyordu. O ise yavaşladı, adımlarını durdurdu. İçinden bir his yükseldi: “Belki Zeynep de şu an kalabalığın bir köşesinde yürüyor.” Bu düşünceyle kalbinin ritmi hızlandı. Ama hiç kimseye yaklaşıp sormadı. Çünkü o bilirdi: önemli olan görmek değil, hissetmekti. Ve Zeynep’i hissettiği sürece yanındaydı.
Zeynep de başka bir gün otobüste cam kenarında otururken birden bir koku duydu. Yağmurdan sonra gelen toprak kokusuna karışmış hafif bir sabun kokusu… O an kalbi hızla çarptı. Gözlerini kapattı ve içinden fısıldadı: “Mert, sen misin?” Gözlerini açtığında yanındaki koltuk boştu, kimse yoktu. Ama yine de kalbi sanki onun yanındaymış gibi çarpıyordu.
Her geçen yıl onların bağını daha da güçlendirdi. Çünkü insanlar, yüzlerini gördükleri halde birbirlerini unutabiliyordu. Ama onlar, hiç yüzlerini görmeden birbirlerini unutmuyorlardı. Bu, sıradan bir bağ değildi; bu, zamanın bile silemeyeceği bir bağdı.
Mert artık yaşlandığında bile gökyüzüne baktığında aynı şeyi düşünüyordu: “Aynı yıldızların altındayız.” Zeynep de akşamları balkonunda otururken aynı cümleyi fısıldıyordu: “Aynı gökyüzünün altındayız.” Yıllar onları ayırmadı, aksine birbirlerine daha da yaklaştırdı. Çünkü zaman, kalpte yazılı olanı silemezdi.
Ve ikisi de artık şunu biliyordu: bir gün gelecek, hayatları bitecek. Ama o gün geldiğinde bile, defterin ilk satırından son satırına kadar yazdıkları şey onları ebediyen birbirine bağlayacaktı. Çünkü kelimeler ölümsüzdü.
Mert sabah çalan alarmı üçüncü kez ertelediğinde odanın içine sızan gri ışık, perdelerin aralığından halının üzerine ince bir dikdörtgen gibi düşmüştü; o çizginin içinde tozlar ağır ağır süzülüyor, her biri yavaşça yer değiştiriyordu. Yatağın kenarına oturdu, ayağını arayıp bulamadığı terliğe dokunana kadar parmak uçlarını halının soğuk tüylerinde sürttü. Avuç içiyle yüzünü kapatıp derin bir nefes aldı; elini çekince yanaklarında avuç içinin sıcak yuvarlakları kaldı. Banyoya giderken koridorda, duvara asılı eski saate göz ucuyla baktı: saniye kolu, az önce geçmiş bir düşünceyi geri getiremeyecek kadar aceleciydi. Lavaboda soğuk suyu yüzüne çarptı; ilk damlada göz kapakları istemsiz kapandı, ikinci damlada nefesi kesildi, üçüncüsünde açıldı içi. Ayna buğulanmadan önce kendine birkaç saniye baktı; beyazlayan saçların arasında siyahın ısrarcı telleri, dudak kenarındaki ince çizgiler, uykusuzluğun bıraktığı silik morluklar. “Bugün de buradayım,” diye mırıldandı, sanki aynaya değil de görünmez bir sayfaya yazıyormuş gibi.
Mutfakta kettle’ın düğmesini indirince metalin içinde dolaşan su, küçük bir uğultuyla ısınmaya başladı. Tezgâhtaki kupayı eline aldı, kulpunu baş ve işaret parmağıyla yokladı; porselenin cilası parmağının yastığına serin bir kayganlık bırakıyordu. Kavanozun kapağını açarken kavanoz camının dişleriyle metal kapak arasında çıkan kısa “tıss” sesini sevdiğini fark etti; her sabah duyduğu ama hiç fark etmediği bir ritimdi bu. Bir çay kaşığı kahveyi kupaya bırakınca tanelerin kupanın tabanına çarpa çarpa çıkardığı minik sesler, yağmurlu bir günün ilk damlaları gibiydi; kettle klik diye sustu, suyu dökünce kahve kokusu mutfağın soğuk duvarlarına çarptı, burun kemiğinin arkasında sıcak bir çizgi yaktı. Tezgâhın köşesine dirseğini koyup pencereden dışarı baktı; karşı apartmanın balkonundaki saksıda toprağı yeni karıştırılmış gibi duran kavuniçi renkli küçük bir kürek vardı, saksı toprağının ıslak, demirsi kokusunu hatırladı. O kokunun içine her zaman hafif bir sabun gölgesi karışırdı; bunu düşününce, sabundan ziyade bir ses geldi aklına: “Buradayım.” Kupanın kenarına dudağını değdirip hafifçe üfledi; sıcaklığı dudak çizgisinde titredi, sonra dudaklarını kapadı. Yutkunurken boğazından kahvenin acılığı geçti; acılığın hemen arkasından, içini ısıtan basit bir güven duygusu dolaştı.
Evden çıkarken ayakkabısının bağını iki kere çözüp yeniden bağladı; ilk bağlayış hep gevşek kalırdı, ikinci düğüm daha güvenli olurdu. Kapıyı çekmeden önce, kapı pervazının üzerinde rahmetli babasının yıllar önce çaktığı minik çivinin parlak başına dokundu; parmağına neredeyse hissedilmeyen bir pürüz kaldı. Merdivenleri inerken birinci katta tanıdık sıcak poğaça kokusu karşısına çıktı; komşu teyzenin kapısının önünde buharı tüten tepsi, kapı eşiğinden içeri sızan dereotu, peynir ve tereyağının tatlı tartışması… Burnunun ucunda hafif bir gülümseme belirdi; “Dereotu hep defterin sayfalarını hatırlatıyor,” diye düşündü, “ince ve çok, ama bir arada.” Sokakta sabah sesi yüksekti; çöp kamyonunun metalik gürültüsü, uzaktan yaklaşan bir otobüsün dizelleri, bakkalın kepengini kaldırırken çıkan uzun sürtünme sesi. Durakta, başını biraz geriye atıp gökyüzüne baktı; bulutların arasında açılmış sedefimsi bir boşluk, kenarları düzensiz bir zarf gibi; zarfa yazılası tek kelime: “Buradayım.” Otobüs geldi, indi-bindi yapılan kısa bir telaş; turuncu tutacaklara tutunurken derisinin plastikle kurduğu soğuk ilişki, elinin sıcaklığıyla yavaş yavaş yumuşadı.
Ofise girdiğinde asansörün içindeki ayna dün bıraktığı yansımayı hâlâ saklı tutuyordu; ayna, her gün aynı insanları farklı yorgunluklarla karşılıyordu. Asansörün düğmeleri parmaklar arasında yağlı bir parıltı taşıyordu; 5’e basan başkası, 7’ye basan kendisi, 3’te inen kısa boylu stajyerin kokladığı sakızın çilek aroması. Masasına oturunca klavyenin F ve J tuşlarındaki küçük kabartmalara parmak uçları yerleşti; yazmadan önce parmakları iki kez yükselip indi; tıpkı koşudan önce dizleri kırıp açar gibi. Bilgisayarın fanı ince bir vızıltıyla döndü; ekran açıldığında e-postalardaki mavi başlıklar arasında göz, birine takıldı: “Ödeme Planı Güncellemesi.” Göz ucuyla okurken diğer gözünün kenarı camın ötesindeki gökyüzünü izliyordu; aynı anda iki görüntü taşıyınca başının içinde iki ayrı ses oluştu: biri iş, biri “Z.” Öğleye kadar gelen-giden kısa konuşmaların her birinde ağzından çıktığını fark etmediği “hı-hı”lar, “tamam”lar, “göndereyim”ler vardı; her “tamam”dan sonra içinden bir cümle daha geçiyordu: “Bunu da sana anlatırdım.” Öğlen saatinde kahve makinesinin önünde sıraya girerken kırmızı kupalı bir adam “Süt köpüğü bitmiş” dedi; Mert, “Sorun değil” dedi, ama asıl içinden geçen “Köpük olmasa da kahve kahvedir; köpük sadece kısa sürer.” Köpüğün kısa sürdüğünü düşünmek, rüyaların gündüzlere karıştığı o mevsimi hatırlattı; “Kısa ama yeterli,” dedi içinden, “zaten yetmesi gereken de o kısa an.”
Akşamüstü ekranın sol alt köşesindeki saat 18:07’yi gösterdiğinde, çıkmadan önce fareyi hareket ettirdi; ekranın köşesinde küçük bir bulut simgesi güneşi önüne almış, “parçalı” yazıyordu; gülümsedi: “Parçalı olmak kötü değil; parçalı olunca içinden ışık sızacak yer kalır.” Sokağa çıktığında hava, sabahkinden farklı bir gölge taşır; ışık daha yatay, sesler daha genişti. Aynı bakkalın önünden geçerken kasanın kenarında taze naneler gördü; parmaklarıyla yaprakları usulca okşadı, parmak uçlarına kalan mentol kokusunu avucuna hapsetti, burnunun yanından içeri çekti. “Bu kokuyu ona nasıl anlatırdım?” diye düşündü; “Sert değil, keskin değil; bir yerden sonra tatlıya dönüyor, tam orada ‘buradayım’ diyor.” Eve vardığında ayakkabısını çıkarırken bağcık düğümünü tırnağının kenarıyla gevşetti; düğüm çözülürken küçük bir “tık” sesi duydu, yumuşak ve tatmin edici. Işığı yakmadan pencerenin önüne geçti; sokağın lambası sarı bir havuz gibi kaldırıma dökülmüş, havuzun içinde bir yaprak yüzüyordu. Elini cama koyup buğunun üzerine görünmez bir harf çizdi; bu kez harfi tamamlamadı, yarım bıraktı: “Z—”. Yarım bırakmak, tamamlamaktan daha doğru geldi; “bazı şeyler yarımıyla tam.”
Zeynep’in günü daha sessiz başlardı. Kapının altından uzanan sabahın ince çizgisini parmak uçlarıyla yoklar, o çizgiyi genişletmeden ayağa kalkardı. Mutfağa geçer, tencerenin kapağını hafifçe kaldırıp dünkü çorbanın yüzeyinde bir gece beklemiş yağ halkalarını seyrederdi; halkalar, küçücük gezegenler gibi bir araya geliyor, çarpışmadan ayrılıyor, sonra yeniden birleşiyordu. Çorbayı ısıtmaz, yalnızca “buradasın” diye fısıldayıp kapağı kapatırdı; eşyaya seslenmek, onu dünyasında tutmanın bir yoluydu. Çaydanlığa su doldururken musluğun metal ağzı suya ince bir tını verdi; bu sesi ilk kez duyuyormuş gibi başını eğip dikkat kesildi; sonra “her şeyin bir sesi var” diye düşündü, “yeter ki duymak iste.” Bardaktaki çay poşetini ipinden nazikçe çekti; ip, parmağıyla cam arasında kısa bir köprü kurdu; bardağa düşen gölgenin ipi takip ederek hareket edişini izledi. Pencereyi açınca, apartman boşluğundan yükselen sabun ve ütü kokusu, üst kattaki genç kadının bebek ağlamasına karıştı; o ağlamada bir acele yoktu, “ben buradayım” demekten başka niyet taşımıyordu. “Ağlamanın da bir dili var,” diye mırıldandı, “ve bazen en dürüst cümleler ağlayarak söylenir.”
Kütüphaneye yürürken yere bakmayı severdi; kaldırım taşlarının arasındaki ince çatlaklarda inatla büyüyen minik otları selamlardı. Bir çatlakta, geçen haftadan kalan mavi bir boncuk ilişti gözüne; boncuğun yüzeyi tozlanmış, mavisi matlaşmıştı. Eğilip avucuna aldı; avuç içinin ortasında duran boncuğun ortasındaki küçücük delikten gün ışığı geçiyor muydu? Belli belirsiz. Boncuğu işaret ve baş parmağı arasında çevirip çantasının küçük fermuarlı gözüne bıraktı; fermuarı kapatırken çıkan kısa ses, bir sözü katlayıp cebine koymak gibiydi. Kütüphaneye girince içeriye sinmiş kâğıt ve tutkal kokusu onu olduğu yere mıhladı; koku, zamanın yavaşladığına dair bariz bir işaretti. Masaların üstündeki ahşap yüzeyi kuru bir bezle sildi; bezin lifleri, yılların cilasına sürtünürken kısık bir hışırtı çıkardı. Rafların arasına girdi; “Sosyoloji A—D” aralığındaki kitapları hizaladı, bazı sırtların eğildiğini fark edince elini kitabın altına koyup yavaşça kaldırdı, alt rafta boşluk açıp yeniden yerleştirdi. Kitapların arasından iki parmak genişliğinde bir boşluk bulup oraya ince bir kağıt sıkıştırdı; kağıtta yalnızca bir kelime yazılıydı: “İyiyim.” Bu kelimeyi başkası bulur muydu bilmiyordu; ama kendi bulduğu anda, sanki bir yerden cevap gelmiş gibi içi hafifledi.
Öğle arasında, arka bahçedeki bankın soğuğu elbisesinin ince kumaşından bacağına geçti; bankın demir kolçakları, güneşte ısınmış gibi görünse de dokunulduğunda gölgelerin sakladığı serinliği taşıyordu. Cebinden çıkardığı küçük deftercikte çizgilerin arasına bir şeyler karalamaya niyetlendi; ama kalem, kağıda değdiği anda durdu. Yazmak istemiyordu—yazmak yerine kelimenin tam sınırında beklemek istiyordu. O sınırda beklerken bir kedi usulca ayak bileğine sürtündü; tüyleri, çorabın dokusundan ince bir elektrik aldı; Zeynep parmak uçlarıyla kedinin başını okşadı, kedi gözlerini yarıya indirip mırıldandı. Mırıltının titreşimi avuç içinden bileğine, bileğinden dirseğine, oradan omzuna çıktı; “ses, bir yerden bir yere taşınıyor,” diye düşündü, “belki kelimeler de böyle taşınır—bir bedenin içinden diğerine.”
Günün geri kalanında gelen bir lise grubu, kitapların arasında koşturdu; danışmada duran Zeynep, her “afedersiniz”e başını kaldırıp aynı yumuşaklıkla “buyurun” dedi. Bir çocuk, masaya avucundaki kırık kurşun kalemi koyup “Bu yazmıyor,” dedi; Zeynep kalemi aldı, ucunu küçük kalemtıraşla döndürürken talaş, sarı-pembe bir kıvrım halinde parmağına dolandı. Kalemtıraşın metal ağzı, grafit griye dokununca minik bir şıngırtı verdi. Kalemi çocuğa uzatırken “Şimdi yazar,” dedi; çocuk “Teşekkürler” deyip koştu; “yazmak için bazen yalnızca uç değiştirmek gerekir,” diye düşündü, “bazen de sadece beklemek.”
Akşamüstü kütüphanenin penceresine yağmur vurdu; damlalar camda yarışır gibi aşağı inerken, bir damla diğerini yakaladı ve birlikte daha hızlı aktılar. O birleşme anında iki damlanın yuvarlağı, bir büyük yuvarlağa dönüştü; Zeynep parmağıyla camdaki o birleşme çizgisini havada takip etti. “İki yalnızlık birleşince hızlanır,” diye içinden geçirdi, “ama ortaya çıkan şey daha yumuşaktır.” Çıkışta, koridorda ışıkları tek tek kapattı; her anahtarın tıkı bir anıyı kapatır gibi; tık, tık, tık. Kapıyı çekip sokak lambalarının altında yürüdü; sarı ışığın ağaç dallarıyla yere çizdiği gölgeler, bir yazının kıvrımları gibiydi.
O gece, aynı saatlerde Mert evde eski çekmecesinden bir kağıt daha çıkardı; üzerinde mürekkebi dağılmış bir cümle: “Köpük kısa sürer.” Kendi el yazısıydı; cümleyi yazdığı günü hatırlamadı ama hissini hatırladı. Mutfakta sütü ısıtıp küçük bir kavanoza doldurdu, kapağını kapayıp iki elinin arasında çalkaladı; kavanozu açtığında sütün üstünde yumuşak bir kabarıklık oluştu. Kahveye boşaltırken köpük fincanın kenarına yapıştı; Mert köpüğü kaşığın tersiyle fincanın iç yüzüne sürüp iz bıraktı; iz, iki saniye sonra kahveye karışıp kayboldu. “Kısa sürer,” diye gülümsedi, “ama iz bırakır.” Avuçlarını fincanın çevresinde birleştirip sıcaklığı parmak boğumlarına dağıttı; o sıcaklık, bütün gün boyunca biriktirdiği küçük ayrıntıların hepsini aynı harfe topladı: “Z.” Harfi, hiçbir yere yazmadı; yalnızca düşündü—düşünmek bazen cümle kurmaktan daha çok şey söylerdi.
Zeynep eve varınca ayakkabısını çıkarıp halının kenarındaki ipliğin çözüldüğünü fark etti; ipliği bir seferde çekersen halı sökülür diye korkup kısa kısa çekti; iplik her çekişte küçücük bir düğüm düğüm hal aldı; sonunda tırnağının ucuyla ipliği bastırıp halının altına sakladı. “Bazı kusurlar örtülmez,” diye mırıldandı, “saklanır ve birlikte yaşanır.” Pencereyi açtı; yağmur dindiğinde şehir, yıkanmış bir tabak gibi kokardı; camın alt pervazına parmak uçlarıyla üç kez vurdu. Pervaz, tok ve kısa bir ses verdi. Sanki bir kapıya vurur gibi; “kimse yoksa da cevabı gelir,” diye düşündü, “cevap bazen içeriden, bazen gökyüzünden.”
Gecenin tam ortasında, iki odada iki ayrı soluk aynı anda derinleşti. Mert, yatağında tavanı izlerken gecenin çok yumuşak bir noktasında, sokağın aşağısında bir arabanın kapısı kapandı; o kapatma sesinin ilk metalik kısmı kısa ve sertti, ardından gelen lastik fitilin “puf”u ise beklenmedik bir şefkatle doluydu. Zeynep, yatağında yan döndüğünde yastığın içinde tüylerin yer değiştirmesini duydu; tüylerin fısıltısı, bir sayfanın hiç tutulmamış köşesini yoklar gibiydi. İkisi de, duyduklarını iki farklı cümleye çevirdi: “Buradayım.” O kelime, her günün sonunda, her sabahın başında, bir nefesin içine sığan en uzun cümle olarak kalmaya devam etti.
Ertesi sabah yine başa sarıldı her şey. Mert, perdede tozların dansını izledi; tozların arasında dün görmediği daha büyük bir parçacık usulca yere indi. “Fark etmek, bir şeyin varlığına izin vermek,” dedi içinden. Zeynep, kütüphane masasına oturdu; çekmecenin en arkasında geçen yıl koyduğu mavi boncuğun yanına bugün bulduğu kurumuş yaprağı koydu. “Yan yana durmak, yan yana yazmak,” diye düşündü. Hayat, görünmez defterine küçük, sabırlı, kalıcı çizgiler çekmeyi sürdürdü; ikisi de o çizgilerin üzerinde yürüdü. Ve her adımda, her ayrıntıda, her seste, her kokuda, her dokunuşta aynı cümle içlerinde yeniden yazıldı: “Ben buradayım.” Bu cümle, ne bir kapı kapattı ne bir pencere açtı; yalnızca bir odayı aydınlattı—ikisine de yetecek kadar.
Mert sabahları ofise gitmeden önce her zamanki gibi aynı kafeden kahvesini almaya alışmıştı. Baristayla fazla konuşmaz, sadece başını sallardı. Ama kahvenin üzerine bazen küçük bir kalp çizdiklerini fark ederdi. Köpüğün üzerine incecik kahverengi bir iz… Bir sabah kupasını alıp yürürken o küçük kalbe bakakaldı. “Acaba Zeynep de şu an bir bardakta böyle bir işaret görüyor mudur?” diye düşündü. Köpüğün eriyip kaybolduğunu gördü; ama kalbi daha da hızlandı. Çünkü bazı şeyler kısa sürse bile kalpte iz bırakıyordu.
Otobüste giderken yanındaki camın buğusuna parmağını bastırdı. Parmak izi kısa bir süre kaldı, sonra cam yeniden buğulandı. Ama Mert o anı defterin bir satırı gibi hissetti. “Ben yazdım, silinse bile ben biliyorum,” diye düşündü. Yanında oturan genç bir çocuk telefonunda gülerek mesaj yazıyordu. Mert, o kahkahada bile Zeynep’in hiç duymadığı kahkahasını düşündü. İçinden fısıldadı: “Belki bir gün duyarım, belki hiç duymam. Ama ben zaten çoktan duydum.”
Zeynep’in günü de kendi ritmiyle başlıyordu. Kütüphaneye geldiğinde kapıyı açmadan önce anahtarı elinde çevirirdi. Anahtarın dişleri parmağını hafifçe çizerdi, ama o çizik hoşuna giderdi. Çünkü küçük acılar bile ona “gerçek” olduğunu hatırlatıyordu. Kapıyı açıp içeri girdiğinde raflardan yayılan eski kitap kokusunu içine çekti. “Bu koku Mert’in yazılarındaki sessizlik gibi,” diye düşündü. Yani gürültüsüz, ama kalbin derinliklerine işleyen bir koku.
Masasına oturdu, defteri çantasından çıkardı. Sayfaları bitmişti ama kapağını açmadan önünde tutmayı alışkanlık haline getirmişti. Defterin varlığı bile ona güç veriyordu. Öğle arasında yanına küçük bir sandviç alıp arka bahçeye çıktı. Bahçedeki bank soğuktu, ama o soğuğu sevdi. Çünkü bankın demiri avuçlarına dokunduğunda kalbinin sıcaklığını daha net hissediyordu. Sandviçin arasındaki domatesin suyu ekmeğin köşesine sızmıştı. Bir ısırık aldığında domatesin ekşimsi tadı ağzına yayıldı. O anda aklından şu cümle geçti: “Hayat, bazen ekşi tatlarda saklıdır. Ama sen yanımda olsaydın, ben bu ekşiliği bile tatlı bulurdum.”
Akşamüstü kütüphaneye gelen bir çocuk rafların arasında kayboldu. Zeynep onun arkasından gidip yol gösterdi. Çocuğun teşekkür ederken gözlerinde bir ışık vardı. O ışık ona Mert’in hiç görmediği gözlerini hatırlattı. “Onun gözleri de böyle ışık dolu mu?” diye düşündü. Sonra kendi kendine cevap verdi: “Evet, çünkü kelimeleri ışık gibiydi.”
Mert akşam eve dönerken sokak lambalarının altında yürüdü. Kaldırımdaki su birikintisine bastığında ayakkabısının kenarı ıslandı. Ama o suyun yüzeyinde kendi yansımasını gördü. Yansımada gri saçlarının arasında gözlerini fark etti. O gözlere uzun uzun baktı. “Sen beni hiç görmedin, Zeynep,” diye düşündü. “Ama ben seni gözlerimin içindeki ışıkla gördüm.”
Zeynep aynı akşam balkonuna çıktı. Gökyüzünde ince bir hilal vardı. Ayın ışığı yüzünü aydınlattı. Avucunu havaya kaldırıp ayın üzerine koyuyormuş gibi yaptı. Avucunda ayı tuttuğunu hayal etti. Sonra fısıldadı: “Mert, biz aynı aya bakıyoruz. İşte bu bana yetiyor.”
Her gün bu küçük ayrıntılarla örülüyordu. Mert’in kahvesindeki köpük, Zeynep’in defterine dokunuşu… Mert’in su birikintisindeki yansıması, Zeynep’in balkondaki hilali… Hepsi onların görünmez defterine yazılıyordu. Onlar artık yazmasalar bile, hayat onlar için yazıyordu.
Ve ikisi de, her ayrıntıda aynı cümleyi buluyordu: “Buradayım.”
Mert bir akşam odasında otururken eski fotoğraf albümünü açtı. Çocukluğuna ait sararmış fotoğraflar arasında gezinirken gözü bir karede takılı kaldı. Üzerinde eski bir gömlek, saçları darmadağınık, gözlerinde utangaç bir ifade vardı. O fotoğrafı eline alınca hatırladı: çocukken hep yalnız hissederdi. Arkadaşları sokakta top oynarken o genellikle kenarda oturur, topun peşinden koşmak yerine gökyüzüne bakardı. Çünkü gökyüzünde kendini daha yakın hissettiği bir şey vardı: sessizlik. O sessizlik, yıllar sonra Zeynep’in defterdeki kelimelerinde yeniden karşısına çıkmıştı. Fotoğrafı parmaklarının arasında uzun süre tuttu, sonra mırıldandı: “Belki de seni sevmem, çocukluğumdan beri aradığım sessizliği bulduğum içindir.”
Zeynep de kendi geçmişiyle hesaplaşıyordu. Kütüphanede bir gün rafları düzenlerken eline çocuk kitapları geçti. Renkli kapakları görünce içi burkuldu. Çünkü küçüklüğünde kitaplar onun en büyük dostuydu. Arkadaşları sokakta oyun oynarken o odasında kitaplara sarılır, onlarla konuşur gibi okurdu. Babası bazen kapının arkasından “Yine mi okuyorsun kızım?” derdi. Ama Zeynep için kitaplar yalnızlığa karşı en güçlü sığınaktı. O gün, elinde tuttuğu masal kitabının kapağını okşadı ve içinden fısıldadı: “Mert, ben seni defterde bulduğumda, aslında çocukluğumda aradığım dostu buldum. Sen, kitabın içinden çıkıp gerçek oldun.”
Mert bir gün işten dönerken şehrin kalabalığında küçük bir ayrıntı gördü. Bir kız çocuğu babasının elini sıkıca tutmuş, gözleriyle gökyüzünü izliyordu. Mert’in kalbi sızladı. Çünkü kendi çocukluğunda o eli hiç bu kadar sıkı tutamamıştı. Gözlerini kapattı, kalbinin içinde tek bir cümle geçti: “Keşke senin elini tutabilseydim Zeynep. Belki çocukluğumuzun yalnızlıklarını birlikte iyileştirirdik.”
Zeynep de başka bir akşam balkonunda otururken komşusunun oğlunun bisiklet sürmeyi öğrendiğini gördü. Çocuğun heyecanlı çığlıkları, annenin sevinçle karışık korkulu sesleri kulaklarına geldi. Zeynep o sahneyi izlerken gözleri doldu. Çünkü kendi çocukluğunda o sevinçleri paylaşacak kimse olmamıştı. Ama sonra içinden bir huzur geçti: “Mert, belki biz çocukken yalnızdık. Ama şimdi birbirimizin çocukluğunu kelimelerle sarıyoruz.”
Zaman geçtikçe ikisi de geçmişleriyle barışmaya başladı. Çünkü defter onları sadece birbirine değil, kendi çocukluk yaralarına da bağlamıştı. Her kelime, bir yarayı kapatan ince bir dikiş gibiydi. Ve o dikişler sayesinde artık daha güçlüydüler.
Ama yıllar geçtikçe içlerinde büyüyen başka bir şey daha vardı: merak. Yüzünü hiç görmedikleri, sesini hiç duymadıkları birine bu kadar bağlanmak onlara huzur veriyordu, ama aynı zamanda bir boşluk da bırakıyordu. Mert geceleri yatağına uzandığında içinden fısıldıyordu: “Acaba gözlerin nasıl bakar?” Zeynep de pencereye çıktığında aynı şeyi düşünüyordu: “Acaba sesin nasıl çıkar?”
Ve böylece ikisinin kalplerinde aynı soru büyüdü: Bir gün yüz yüze gelir miyiz?