Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
KIRIK KALPLER ATLASINDA MUTLU SON - Sözümoki
26 Ağustos 2025, Salı 13:52 · 13 Okunma

KIRIK KALPLER ATLASINDA MUTLU SON

Mert’in hayatı yıllardır aynı ritimde akıyordu. İşe gidip geliyor, eve dönüyor, akşamları sessizlikte kendini dinliyordu. Ama artık kalbinin içinde yeni bir merak vardı: “Acaba Zeynep gerçekten var mı? Eğer varsa, bir gün onunla karşılaşabilir miyim?” Bu düşünce ilk zamanlar onu korkutuyordu. Çünkü yüzünü hiç görmeden sevmişti. Ama zaman geçtikçe korkunun yerini sabırsız bir umut aldı.

Bir gün Mert, haftalardır gitmediği sahile inmeye karar verdi. Dalgaların kıyıya vuruşunu izlemek istedi. Çocukluğundan beri onu en çok sakinleştiren şey buydu. Kıyıya oturdu, cebinden buruşturulmuş bir kâğıt çıkardı. Kağıtta yıllar önce yazdığı tek bir cümle vardı: “Ben buradayım.” O cümleyi defalarca okudu. Sonra başını kaldırdı, gökyüzüne baktı. O sırada yan masada bir kadın oturuyordu. Kadın da gökyüzüne bakıyordu. Mert, gözlerini ona çevirmedi ama kalbinin içinde tuhaf bir his belirdi: “Ya o Zeynep’sa?” Ama cesaret edemedi, kalkıp gitti.

Zeynep de aynı gün, uzun süredir gitmediği sahile inmişti. Kitaplarından birini almış, kıyıya oturmuştu. Gökyüzüne bakarken içinden aynı cümle geçti: “Ben buradayım.” Yan tarafında bir adamın oturduğunu fark etti ama bakmadı. Kalbinin içinde bir kıpırtı oldu: “Ya o Mert’sa?” Ama o da cesaret edemedi, kalkıp gitti.

Fark etmeden yan yana oturmuş, ama birbirlerini görmeden geçmişlerdi.

Günler ilerledikçe bu tesadüfler çoğalmaya başladı. Mert bir gün şehrin en büyük kitapçısına uğradı. Raflarda gezinirken eline aldığı kitabı yerine koymak istedi, tam o sırada başka bir el de aynı kitaba uzandı. Mert geri çekildi, eli titredi. Yalnızca kitap için uzanan ince bir kadın eli… Ama kalbi hızlandı. İçinden fısıldadı: “Bu elleri defterin sayfalarında hissetmiştim.” Ama başını kaldırmadı, sadece geri çekildi. Kadın kitabı aldı ve uzaklaştı.

O kadın Zeynep’ti. Kütüphanedeki işinden çıkıp kitapçıya uğramıştı. Kitapları incelerken kalbinin ritmi hızlandı. Çünkü az önce aynı kitaba başka bir elin dokunduğunu hissetmişti. “Ya o Mert’ti?” diye düşündü. Ama dönüp bakmadı. Çünkü yüzünü görmeye hazır değildi.

Bir başka gün, Mert sokakta yürürken köşedeki kahveciye girdi. Kahvesini alıp çıktı. Aynı anda Zeynep de karşı köşedeki fırından çıktı. Yolları kesişti, birbirlerinin yanından geçtiler. Göz göze gelmediler, ama kalplerinde aynı anda bir titreme oldu. Sanki görünmez bir el, onları birbirlerine dokundurmuştu.

Bu tesadüfler arttıkça içlerinde aynı soru büyüdü: “Bir gün gerçekten karşılaşacak mıyız?”

Mert gece yatağına uzandığında kendi kendine söz verdi: “Eğer bir gün karşılaşırsak, ona hiçbir şey sormayacağım. Yalnızca diyeceğim ki… buradayım.”

Zeynep de aynı gece pencerenin önünde otururken içinden geçirdi: “Eğer bir gün karşılaşırsak, sadece gözlerime baksın. Çünkü gözlerimde zaten bütün cevabı bulacak.”

Ve hayat, onları aynı şehrin sokaklarında, aynı kitapçıda, aynı sahilde, aynı gökyüzünün altında birbirlerine biraz daha yaklaştırmaya devam etti.

Öğleden sonra yağan yağmur, sokağın tentelerini ağırlaştırmış, dükkân tabelalarının harflerini sanki biraz daha aşağı çekmişti. Mert, kaldırımın kenarındaki su birikintisinden sıçrayan damlaları hesaplayarak adımını attı; ayağının kenarı yine de ıslandı. Bir elinde katlanmış şemsiye, diğer elinde ıslanmış kahve bardağının kartonu; kartonun lifleri suyu çekmiş, parmaklarına buruşuk bir kâğıt hissi bırakıyordu. Köşedeki küçük kırtasiyenin kapısına geldiğinde kapının üstündeki pirinç zilde, kapı açılır açılmaz ince bir “çınn” döküldü; ses, dükkânın içindeki raflara kadar gidip, en arkadaki kalın çizgili defterlerin sırtına çarparak geri döndü. İçeride kâğıt, tükenmez kalem ve yeni açılmış koli bandının keskin kokusu vardı; kokuya, kalorifer peteğinin demirsi sıcaklığı karışıyordu.

Zeynep, kapıya göre sağdaki defter reyonunda dikiliyordu. Yağmurdan ıslanmış atkısını çözmüş, bir elini çantasının askısına, diğer elini defterlerin karton kutularına koymuştu. Orada, “Deneme sayfası” yazan, üzerinde onlarca farklı el yazısından çizikler bulunan bir blok not duruyordu; ilk bakışta karışık görünen sayfada, “merhaba”, “test”, kıvrılan imzalar, mürekkep lekeleri… Zeynep göz ucuyla o sayfaya baktı, sonra rafların derinine döndü. Çantasının içinden hafifçe mürekkep kokusu geldi; kapağı yıpranmış, köşesi yuvarlanmış o büyük defter bugün yanındaydı—yazısı bitmişti ama varlığına alışmıştı, ağırlığı avucuna yerleşmiş gibi.

Mert, alışkanlıkla kalemlerin olduğu rafa yöneldi. Tezgâhın üstünde satıcı “Denemek serbest” diye küçük bir levha koymuştu, yanında kapakları açık iki-üç tükenmez, bir dolmakalem. Mert dolmakalemi eline alırken parmakları gövdenin cilalı kayganlığında kayıp durdu; başparmağının iç kıvrımına oturtup bir an bekledi. Nefesini verirken ucunu “Deneme sayfası”na değdirdi. İlk çizgi her zamanki gibi tereddütlü oldu; kâğıdın liflerine göre yönünü bulduğunda kelime kendiliğinden çıktı: “Buradayım.” Noktayı koyarken birkaç damla yağmur suyu şakağından aşağı süzüldü, kağıdın köşesine bir ıslaklık damladı; mürekkep orada biraz yayıldı. Mert, yazıyı görüp görmemeyi umursamadan kalemi bıraktı, eli hafif titremişti. Bir adım geri çekilip rafların arkasına doğru yürüdü, sanki yazdığı şeyi hemen görmesinler diye.

Zeynep, bu sırada, parmaklarının ucuyla bir defterin kapak kartonunu yokladı; kartonun lifleri parmağına çok hafif bir pütür verdi. Başını “Deneme sayfası”na çevirdi yalnızca bir anlığına—mürekkebin tazeliği gözünden kaçmadı. “Buradayım” kelimesi, yıllardır zihninde dönüp duran o ritimde yazılmıştı: “r”nin kıvrımı fazla oyalanmadan yükseliyor, “d”nin gövdesi kâğıdı zorlamadan uzuyordu; en çok da “y”nin kuyruğu… o kuyruk tam da Mert’in yıllar önce defterde bıraktığı gibi aşağı kıvrılıp kendi çizgisine değiyor, geri dönmeden bitiyordu. Zeynep’in kalbi, göğsünde küçük bir kasılmayla tepki verdi; sanki içeride bir tel çekilip bırakılmış gibi. Elini “Deneme sayfası”na uzattı. Dolmakalemin kapağını sessizce açtı; kapağın iç lastiği ucun üzerinden ayrılırken neredeyse duyulmayacak kadar küçük bir “puf” sesi söyledi. Kâğıtta o kelimenin altına eğildi, tek bir kelime yazdı: “Biliyorum.” “o”nun içini çok az açık bıraktı; yıllardır hep öyle yazardı. Mürekkebin ağırlığı kâğıda otururken Zeynep geri çekildi; ellerinin titremesini bastırmak için çantasının askısını biraz sıkı kavradı.

Mert o anda, sayfanın önüne birinin geçtiğini fark etti. Adım sesinin hafif yana basan vurgusu, topukların zemindeki çizgilerde bıraktığı ritim… göz ucuyla bakmaya cesaret edemedi. Tezgâhtan gelen hesap makinesi sesi bir an sustu, dükkânın içindeki kalorifer tısladı. Mert yeniden döndüğünde “Buradayım”ın hemen altında taze, siyaha yakın bir mürekkeple “Biliyorum” yazıyı gördü. “o”nun açıkladığı boşluk, “m”in ikinci bacağındaki çok küçük duraksama… Elleri aniden ısındı; sanki uzun zamandır bekleyen bir kan akışı bir anda parmak uçlarına dolmuştu. Başını kaldırdı.

Zeynep de o anda başını kaldırdı.

İkisi de gözlerin nereye bakacağını bilmeden önce, birbirlerinin nefes alışını gördüler. Bu, gözle görülmez gibi duran ama tam da orada duran bir hareketti: göğsün kıyısından içeri girip çıkan hava, boynun yan tarafındaki çok hafif bir kabarma, bir anlık duraksama. Sonra gözler. Mert’in göz bebekleri alışveriş ışıklarının yansımasını alıp büyüdü; Zeynep’in kirpikleri ince bir titreşimle indi, kalktı. Bakış, bir an kaçacak gibi oldu ama kaçmadı. İkisinin de ağzı aynı anda çok hafif aralandı; kelime çıkmadı önce, beden kelimeden hızlıydı.

Mert ilk hareketi yaptı: şemsiyeyi sol elinden sağ eline aldı, sağ omzundaki pardösünün yakasını toplarken soldaki elini—yıllardır bir defteri göğsüne bastırır gibi—kendi göğsüne koydu. Avuç içi, kalbin üstünde bir an hareketsiz kaldı. Zeynep bu harekete, çantasını omzundan biraz indirip önüne alarak karşılık verdi; kapalı defterin ucu çantanın fermuarının arasından biraz göründü: yıpranmış kapak, köşedeki hafif çizik, yılların parmak izleri.

Mert, sesi duyulacak mı bilmeksizin, neredeyse nefesiyle aynı seviyede bir fısıltıyla söyledi: “Buradayım.”

Zeynep’in dudakları o kelimeyi hiç zorlanmadan buldu. “Biliyorum.” Kelimeyi söylerken sesi kısılmadı, yükselmedi; sanki yıllardır bu cümlenin tam burasında beklemiş, doğru ağızdan doğru anda çıkması için saklanmıştı. Sesin sonunda “rum” hecesi oldukça yumuşak bir inişle bitti.

Zaman, dükkânın içindeki tek floresanın hafif titremesi kadar kısacık bir kesinti yaşadı. Satıcı tezgâhta bozuk para sayarken metalin birbirine değen o küçük “çın-çın”ları, kapıdan içeri sızan yağmur kokusuna karıştı. Bir yerden koli bandı çekme sesi geldi; bant kesilirken kalan uç kartona yapıştı, kısa bir “şap” yaptı. Her şey olağan akıyordu; yalnızca iki insanın yüzünde, yıllardır bir defterin sayfalarında birikmiş bütün cümlelerin bıraktığı bir dinginlik vardı.

Mert, “Deneme sayfası”nı işaret eden çok küçük bir baş hareketi yaptı; Zeynep aynı kağıda, onların dilinde bir nefesten daha uzun bir cümleyi iki kelimeye sığdırdı: “Senin sesin.” Mert, beş parmağını açıp kapatmadan önce, başıyla çok küçük bir onay verdi: “Senin gözlerin.”

Konuşmak istedikleri çok şey birikti ama ikisi de acele etmedi. Çünkü yıllarca acele etmeden yazmışlardı. Mert, tezgâhtan iki ince çizgili defter aldı, biri küçük, biri orta boy; küçük olanı kasaya bıraktı, orta boyu Zeynep’e uzattı. Uzatırken parmaklarının iç kıvrımı defterin karton kapağına değdi; Zeynep, defteri iki eliyle aldı. Elleri değerken bir ürperti geçti; elektrik değil, tanıma hissi—garip bir şekilde yeni olmayan bir tanışıklık, “biliyorum”un tene değen hâli. Zeynep çantasından yıllardır taşıdığı büyük defteri çıkarmadı; yalnızca çantanın fermuarını biraz daha açtı, defterin sırtını Mert’in bakışına sundu. Mert, onu tam olarak görmeye ihtiyaç duymadan başını hafifçe eğdi; saygı duyulan bir şeyin önünden geçer gibi.

Dışarıda yağmur hız kesmişti; tentenin ucundan damlalar artık aralıklı düşüyordu. Mert kapıyı tutup Zeynep’in önce çıkmasına izin verdi. Kapının pirinç zili bu sefer daha tok bir “çınn” ile dönüp geldi; iki beden aynı anda kapı eşiğine basınca, eşiğin metal şeridinden çok kısa bir kedi tırmığı sesi gibi cızırtı çıktı. Sokağa adım attıklarında ıslak asfaltın kokusu, ılık bir buhar gibi yükseldi. İnsanlar aceleyle geçip gidiyordu; kimse durmadı, kimse bakmadı, hayat yine kendi temposunu sürdüyordu.

Kaldırımda yan yana yürümeye başladılar. Konuşmadılar; yürümek, cümle kurmaktan önce geldi. Adımlarının ritmi, yıllar önce defterin satırları arasında buldukları ritme uydı; biri yarım adım önde, diğeri ardından değil—ikisi aynı hizada. Zeynep, elinin sırtını çok az dışarı bıraktı; Mert, elinin içini çok az dışarı aldı. Değmediler; değmeyecek kadar yakın, ayrılmayacak kadar uzak… Kaldırımın sonunda durdular. Yol ikiye ayrılıyordu: sağa, eski kütüphaneye; sola, denize doğru.

Mert, sol tarafı çok küçük bir baş hareketiyle gösterdi; “Deniz,” demedi, demesine gerek yoktu. Zeynep, başını bir kez eğdi; “Kütüphane” demedi, demesine gerek yoktu. Yıllarca kelimelerle konuşmuş iki insan, kelimesiz anlaşmanın ne kadar doğal olabildiğini ilk kez bu kadar yakından gördü. Mert sağ avucunu göğsüne götürüp bir kez bastırdı; Zeynep çantasının içinde defterin köşesine parmak uçlarıyla dokundu. Göz göze geldiler.

Mert’in ilk tam cümlesi, onların dilinde yeni bir başlangıcın en sade hâliydi: “Yürüyelim mi?” Zeynep’in cevabı, yılların içinden süzülüp gelen bir evet’ti: “Yürüyelim.”

Yan yana, tenteden yeni düşen bir damlanın kaldırıma bıraktığı iz kadar net bir çizgiye basarak yürüdüler. Konuşmalar gecikmedi, acele de etmedi; her cümle, defterdeki sıranın bir sonraki satırı gibi yerini buldu. Adlarıyla başlamadılar, çünkü adlarını cümlelerin içinden çoktan biliyorlardı. Yıllar boyunca “buradayım” ve “biliyorum” diyen iki insan, şehrin en sıradan sokağında, en olağan ışıkta, en basit adımlarla yüz yüze gelmişti. Olağan olanın içinden, olağanüstü bir sakinlik çıktı.

Ve yağmur, ikisinin omuzlarına eşit aralıklarla birer birer düşmeye devam etti; sanki yukarıdan, bunca zaman yazılan her satırın altına konulan küçük bir imza gibi. Şehir aynıydı. Onlar, oldukları gibi. Sadece yan yana.

Kapının pirinç zili arkalarında ikinci kez ince bir “çınn” bıraktığında, yağmur neredeyse durmuştu; tentenin ucundan düşen damlalar, kaldırımda birbirine değmeden yuvarlanıyor, her biri kısa bir nokta gibi iz bırakıyordu. Yan yana yürüdüler. Konuşmadan. Sokak, ıslak asfaltın buharıyla ağır, fırından yeni çıkan ekmeğin ince kabuk kokusuyla hafifti. Mert, sağ avucunu pardösüsünün cebine sokup az önce aldığı küçük defterin köşesini yokladı; karton kapağın lifleri parmağında çok hafif bir pütür bıraktı. Zeynep, çantasının içinde yılların yıpranmış kapağını taşıyan büyük deftere parmak uçlarıyla dokundu; kapağın yuvarlanmış köşesi, bunca zaman sonra bile tanıdık bir ten gibi ılıktı.

Köşedeki çay ocağından buhar yükseliyordu. İçeride ince belli bardakların iç çeperine vuran çay, cama kırmızı bir gölge çalıyordu. Mert kapıyı aralayıp “İki çay,” dedi. Sesi ne yüksekti ne kısık; sanki yıllardır tam bu heceyi beklemişti. Zeynep pencere kenarındaki küçük masaya oturdu; masanın yüzeyi yılların çay halkalarıyla kaplıydı, silinmeye çalışılmış ama bir iz hep kalmıştı. Mert bardakları taşıyan tepsiyi masaya koyarken metalin porselenle buluştuğu kısa tın sesini ikisi de duydu. Bardakların kulpları henüz sıcaktı; Zeynep parmaklarını kulpun etrafında bir süre dolaştırdı, sonra bardağa hafifçe üfledi. İlk yudumda çayın burukluğu dilinin üzerine yayıldı; ekşiliğin arkasından gelen tatlı ısı boğazından içeri inerken omuzları fark edilmez bir şekilde gevşedi.

İlk cümle yine Mert’ten geldi, bildikleri ama hiç yüz yüze söylemedikleri bir isim gibi basit ve açık: “Mert.” Zeynep gözlerini kaldırdı; doğrudan baktı, kaçırmadı. “Biliyorum,” dedi, gülümsedi, sonra kendi adını söyledi: “Zeynep.” Masanın üzerinde, iki bardağın dumanı birbirine karıştı; camın dış tarafında ince bir buğu çizgisi oluştu, içeride iki nefes o çizgide buluştu.

“Defteri yanında tutmana sevindim,” dedi Mert, çantanın ucundan görünen yıpranmış kapağa bakarak. Zeynep çantanın fermuarını biraz daha açtı; defteri tamamen çıkarıp masaya koymadı, yalnızca parmaklarını kapağın kenarında gezdirdi. “Onu şimdi açmayalım,” dedi sessizce. “İçinde ne varsa yerinde kalsın. Bugün başka bir sayfayı açalım.” Mert başını salladı; cebinden kırtasiyeden aldığı orta boy defteri çıkardı. Karton kapağın iç tarafında küçük bir yapıştırma cebin olduğunu fark etmişti; boştu. “İlk sayfayı birlikte yazalım mı?” diye sordu. Zeynep’in gülümsemesi değişmedi, yalnızca gözlerinin kenarında iki ince çizgi daha belirdi. “Yıllardır bunun için yazıyorduk.”

Mert kalemi aldı, yeni defterin ilk sayfasına, harflerin ritmini yıllar içinde birbirlerinin içinden bildikleri o sabirlikte yazdı: “Buradayız.” Noktayı koyduğunda kalemi Zeynep’e uzattı. Zeynep, harflerin arasına nefes alacak kadar boşluk bırakarak ekledi: “Aynı sayfada.” Tarihi küçük, köşeye iliştirdi; havanın “yağmur sonrası” olduğunu yazdı, yanında da tek bir nokta: hilal.

Çaylar bitti, bardakların dibinde kalan ince tortu her ikisine aynı şeyi düşündürdü: kısa olsa da iz bırakmak. “Kırtasiyedeki deneme sayfasını alabilir miyiz?” dedi Zeynep ani bir fikirle. Mert başını kaldırdı, gülümsedi; birlikte kalkıp geri yürüdüler. Pirinç zili bu kez tok bir memnuniyetle çaldı. Satıcı defter rafının önünde onları görünce, “Deneme kâğıtlarını atıyorum, buyurun,” dedi ve sayfayı uzattı; üzerinde iki kelime: “Buradayım” ve hemen altında “Biliyorum”. Kâğıdın kenarı ıslanmış, mürekkep çok hafifçe dağılmıştı; yine de harflerin niyeti yerli yerindeydi. Mert, yeni defterin iç kapağındaki cebe sayfayı dikkatle yerleştirdi; başparmağıyla kenarından usulca bastırdı, kâğıt yerini buldu.

Dışarı çıktıklarında gökyüzü açılmış, bulutların arasından narin bir ışık şehre ince ince inmişti. Denize doğru yürüdüler. Yol boyunca dükkân vitrinlerinde kendi yansımalarına rastladılar; ikisi de dönüp tamamen bakmadı, yalnızca göz ucuyla onayladı: yan yana. Sahile vardıklarında rıhtım taşları güneşle kurumuş, aralarda hâlâ yağmurun bıraktığı küçük gölcükler kalmıştı. Bir banka oturdular; denizin sesi günün gürültüsünü yumuşatıyordu.

“Yüzünü görmekten korkuyordum,” dedi Zeynep, gözlerini denizden ayırmadan. “Ben de,” dedi Mert. “Çünkü kelimelerimiz çok gerçekti. Ya yüzümüz eksik kalırsa diye.” Zeynep başını çevirip baktı: “Hiçbir şey eksik değilmiş.” Mert ellerini dizlerinin üzerinde birleştirdi; sonra avucunu açtı, Zeynep’in eline bakmadan, yalnızca aralarında duran boşluğa doğru bıraktı. Zeynep, elini yavaşça uzattı; parmak uçları parmak uçlarına değdi. İki ısı bir anda birbirine yayıldı; elektrik değil, tanışıklığın sakinliği. Tutmak için acele etmediler; değmek yetti.

“Defteri ne yapacağız?” diye sordu Mert. “Yerinde kalsın,” dedi Zeynep. “O, bizi bugüne getirdi. Bundan sonrası”—masanın üzerine koydukları yeni defteri çantasından çıkarıp dizlerinin üzerine aldı—“burada.” Mert başını salladı: “Artık hayatın sayfaları.”

Akşamüstü ışığı, denizin üzerinde ince bir gümüş çizgi bıraktı. Bir martı suya yaklaşıp bir şey yakaladı; su yüzeyinde iki küçük halka büyüyüp söndü. Mert, cebinden küçük bir kurşun kalem çıkardı; yeni defterin ikinci sayfasına kısa bir not düştü: “İlk yürüyüş.” Altına, Zeynep tek bir kelime ekledi: “Birlikte.”

Günler birbirini kovalamaya devam etti; ama artık saatler, bir iş çıkışıyla bir rıhtım arasında boşluk olarak yaşanmıyordu. Haftanın bir günü—önce belirsizken sonra neredeyse kendiliğinden oturan bir ritimle—aynı kırtasiyede buluştular; “Deneme sayfası”na küçücük izler bırakmak, sonra sayfayı yeni defterin cebine usulca yerleştirmek aralarındaki yeni oyuna dönüştü. Kütüphanenin arka bahçesindeki bank onların sırrını öğrendi; Mert, Zeynep’in çalıştığı günlerde öğle saatinde oraya uğradı, beraber sandviç yediler. Domates suyu yine ekmeğin köşesine sızdı; Zeynep gülerek “Hayat hâlâ ekşiliklerini unutturmuyor,” dedi. “İyi ki,” dedi Mert, “tatlının kıymeti için.”

Bir akşamüstü, yağmurun hafiflediği bir saatte kütüphanenin kapılarını kapatırken Zeynep anahtarı Mert’e uzattı. “Kapatalım,” dedi. Anahtarın metal dişleri kilidin içine girdi, çevrildi; aynı anda ikisinin de içinden, yıllar önce defterin son sayfasında duydukları o cümlenin başka bir hâli geçti: kapanan kapılar bazen içeriyi korumak içindir. Kapı kapandı, dışarıda şehir devam etti. İçeride, rafların arasında kısa bir tur attılar; Zeynep, Mert’i çocuk kitaplarının olduğu rafın önüne götürdü. “Burada büyüdüm,” dedi, “sen gelmeden önce.” Mert gülümsedi: “Ben de burada büyüyorum, sen geldikten sonra.”

Mutlu son kendini bir anın büyüklüğünde değil, küçük kararların sürekliliğinde gösterdi. Bir sabah kırtasiyeye girdiklerinde satıcı onlara boş bir hediye zarfı uzattı: “Siz şu deneme kağıtlarını saklıyorsunuz ya… Belki yanına yakışır.” Zarfın içine, uzun zamandır sakladıkları “Buradayım/Biliyorum” sayfasını koydular; yeni defterin ilk cebine, zarfı özenle yerleştirdiler. Aynı gün, rıhtımda otururken Zeynep çantasından yıllardır taşıdığı büyük, yıpranmış defteri çıkardı; kapağını ilk kez yan yana açtılar. Sayfaları çevirmediler. Birlikte, kapağın iç yüzüne, küçücük bir cümle yazdılar: “Teşekkür ederiz.” Defter kapandı; üzerindeki parmak izleri, yılların eksilmek bilmeyen izi olarak kaldı. Onu evde, en görünür rafa koydular—bir eşya gibi değil, bir ev arkadaşı gibi.

Yeni defter, onların yan yana yürümekle, yan yana susmakla, yan yana gülmekle yazdığı bir hayat kitabına dönüşürken cümleleri çoğaldı: rıhtımda “ilk yağmurdan kaçış”, kütüphanede “son öğrenci gidinceki sessizlik”, kırtasiyede “deneme sayfasına düşen mürekkep damlası”, akşamları birlikte yapılan çayda “dumanın gözlük camına bıraktığı buğu”, sabaha karşı uyanıp pencereden gökyüzüne bakarken “aynı yıldızın adını bilmeden aynı anda görme”. Her sayfada tarih, hava, bir küçük çizim; bazen bir martı kanadı, bazen bir yaprak damarı, bazen sadece bir nokta. Ve her bölümün sonunda aynı iki kelime, artık tek bir cümle gibi: “Buradayız. Biliyoruz.”

Yıllar sonra kırtasiyenin pirinç zili hâlâ aynı çınlamayla onları karşılarken, tezgâhın altında saklanan eski “Deneme sayfası” defterlerinin arasında onların ilk kelimelerinin izi çoktan başka insanların yazılarına bulaşmıştı. Bir gün küçük bir çocuk o sayfalardan birine titrek harflerle “merhaba” yazdı; Mert ile Zeynep, çocuk çıkınca sayfaya baktılar, gülümsediler. “Birileri de başlayacak,” dedi Zeynep. “İyi ki,” dedi Mert.

Mutlu son, bir kapının önünde bekleyen büyük bir patlama değil, aynı kapıdan her gün birlikte girip çıkmanın dingin sevinci oldu. Şehir değişti, mevsimler döndü, saçlarında yeni beyazlar belirdi; ama sabahları sırayla suyu koymayı, ilk yudumu paylaşmayı, camdaki buğuya harflerin yarısını yazıp diğer yarısını bırakmayı hiç bırakmadılar. Bir gün yeni defterin son sayfasına geldiler. Mert kalemi kaldırdı, Zeynep sayfayı parmaklarıyla düzledi. Birlikte yazdılar: “Son sayfa değil; birlikte yürüdüğümüz yolda bir durak.” Altına tarih attılar, yanına küçük bir hilal çizdiler.

Defter kapandı. Dışarıda gün, yağmursuz ve hafifti. Kapıyı çekip sokağa çıktılar; tentenin ucunda artık damla yoktu ama ıslak asfaltın kokusu hâlâ havadaydı. El ele değmediler; alışkanlıkla, birbirlerine dokunmadan birbirini tutmanın yolunu bulmuş iki insanın mesafesinde yürüdüler. Rıhtım taşlarına basarken adımları yine aynı ritmi tuttu. Mert, yeni bir defter almak için kırtasiyeye dönmeyi teklif etti; Zeynep, “Olur,” dedi, “ama önce bir çay.” İkisi de gülümsedi.

Ve şehrin olağan ışığında, olağan seslerin içinde, olağanüstü sakinlikte bir mutluluk yerini aldı: hayat, deftersiz de yazıyordu artık—çünkü onların cümleleri birbirlerine iyi gelmeyi öğrenmişti. En sonda yine iki kelime kaldı; ağızdan değil kalpten, kâğıttan değil omuz omuza yürüyüşten: “Buradayız. Biliyoruz.”



Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Bu hayatta senin için en büyük muamma ne?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.