Küller Arasından
Küller Arasından: Yeniden Doğuşun Fısıltısı
Yıkık ve viraneye dönmüş bir şehirde, İdlib'in tozlu sokaklarında, yalnızca Allah'a sığınmış, inatla yaşama tutunan bir halk... Bütün dünya gözlerini yummuş, üç maymunu oynarken, etten ve kemikten, ufacık bedenleriyle uçaklara, bombalara göğüs geren bir halk... İşte İdlib, bu eşsiz azim ve kararlılığın, o dimdik duran ruhların barındığı şehirdi.
Senaryo hep aynı, acımasız bir döngüde tekrarlıyordu kendini: Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan korkunç bombardıman, gecenin zifiri karanlığına dek dinmiyordu. Parasıyla, gücüyle övünen Arap ülkelerinin ortasında, yalnızlığa mahkûm edilmiş, unutulmuş bir mazlum milletin çığlığıydı bu.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalamıştı sanki bir kâbusta. Seher'le evliliğimizin beşinci ayıydı. Üç odalı, küçük ama bizim için bir cennet olan müstakil bir evimiz vardı. Ve ben ona hâlâ, ilk günkü gibi, hatta daha da derin bir aşkla bağlıydım. Ne var ki, şartlar gittikçe ağırlaşıyor, rejimin karanlık gölgesi İdlib'e doğru sinsice yaklaşıyordu. Ama Seher, bu topraklarda kalmaya yemin etmiş, kararından bir milim bile vazgeçmiyordu.
Konuyu her açtığımda gözlerinde hüzünle karışık bir inat beliriyordu: "Bunu bile bile benimle evlendin, unuttun mu? Şimdi neden beni zorluyorsun, neden beni buradan koparmaya çalışıyorsun?" diyordu, sesi titrek ama kararlıydı.
Yüreğimden kopan bir fısıltıyla cevap veriyordum ona: "Biliyorum, her şeyi biliyorum ama sen... Sen ölürsen ben ne yaparım? Bu koca dünyada, yapayalnız, nefes alabilir miyim sence?"
O, kararından dönmüyor, her cevabıyla beni daha da derin, daha da karanlık düşüncelere sürüklüyordu. Her gün, onu her an kaybetme korkusuyla uyanıyor, kapıdan çıkarken ruhumdan bir parça kopuyordu.
Yine böyle acı bir sabah... Evden çıkmış, işe gidiyordum. Her zamanki gri gökyüzü, her zamanki tozlu yol. Aniden bir toz bulutu yükseldi, ardından kulaklarımı sağır eden, ruhumu parçalayan bir ses... Bir patlama. Kulağımda uğultulu, boğuk sesler yankılanıyordu. Sersemlemiş bir halde, adeta başka bir dünyadan gelmiş gibi arabadan indim. Etrafa bakıyor, bu yıkımın, bu karmaşanın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ayaklarımda garip bir sıcaklık hissettim. Eğildim. Ayakkabım... Kanla dolmuştu. Dizlerim titredi, yere yığıldım, nefes almakta zorlanıyordum. Her nefesim acıyla karışık bir mücadeleydi.
Bir an, bütün hayatım, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Seher'in gülüşü, dokunuşu, gözleri... "Seher... Seher..." dedim kendi kendime, dilim ağırlaşmıştı, ağzımda kendi kanımın acı, metalik tadı vardı. Ölüm bu kadar yakın mıydı?
Uğultulu sesler arasında, sanki ruhumun derinliklerinden yükselen bir feryat yankılanıyordu: Seher'in sesiydi bu. Doğrulmak, ona ulaşmak istiyordum ama bedenim bana ihanet ediyordu. Kıpırdayamıyordum. Bana sarılmış, yüzümü öpüyor, sanki son bir umutla can vermeye çalışıyordu. Sesini, bir inilti gibi, uzaktan geliyormuş gibi duyabiliyordum ancak. Gözlerime bakıyor, beni sarsıyor, "Ses ver! Ne olur ses ver!" diyordu feryat ederek. Sadece gülümsüyordum. Gücüm kalmamıştı. Onun kolları arasındaydım, o çaresizce bana bakıp ağlıyordu. Gözlerim kararmış, sadece havadan yayılan o keskin, ölümcül soğukluğu hissediyordum. Gerisini... Gerisini hiç hatırlamıyorum. Apar topar hastaneye kaldırmışlar. Sonra babamın büyük çabaları sayesinde, bir mucize eseri, Reyhanlı'ya getirilmişim.
Gözlerimi araladığımda, annem ve Seher yanı başımdaydı. Gözleri şişmiş, ağlamaktan yorgun düşmüşlerdi ama yüzlerinde tarifsiz bir rahatlama vardı. Hâlâ nefes almakta zorlanıyordum. "Burası neresi? Bana ne oldu?" diyebildim kısık bir sesle.
Annem, gözlerinden yaşlar süzülerek başımı okşadı: "Yok bir şey oğlum, yok bir şey... Şükürler olsun Rabbim seni bize bağışladı! Yaşayacaksın, yeniden yaşayacaksın!"
O ana dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Ayaklarımı kendime çektiğimde keskin, dayanılmaz bir acı hissettim. İki ayağımda da platin ve demir vidalar vardı. Bedenim bana yabancılaşmıştı. Hareket edemiyordum. Sonra Seher'e baktım; iki büklüm olmuştu, yüzü bembeyazdı. Yavaşça, sanki kırılabilecek bir şeymişim gibi yanıma yaklaştı.
"Şükürler olsun Rabbim! Sensiz bırakmadı beni... Öleceksin diye çok korktum, nefesim kesildi sandım!" Ellerimi sıkıca kavramış, defalarca öpüyordu. Vücudum ağırlaşmış, bacaklarımı zor hissediyordum, sanki bana ait değillerdi.
"Neredeyiz?" diye sordum, sesim yorgunluktan fısıltıya dönmüştü.
"Reyhanlı'dayız," dedi, sesi titriyordu.
"Reyhanlı mı? Peki nasıl geldik buraya? Kim getirdi bizi?"
"Baban sayesinde," dedi, gözlerinde minnet vardı. Biraz duraksadım. Hızlı nefes alıp veremiyordum, göğsüm sıkışıyordu.
"Bak Seher Hanım," dedim, sesimde hafif bir sitem, hafif bir mizah vardı, "sen 'Gelmem,' dedin, 'Ayrılmayız,' dedin... Ama Cenâb-ı Hakk bizi buraya getirdi. Şimdi bunu mu düşünüyorsun hâlâ?"
Yanağımı sıktı, gözlerinde o muzip ışıltı belirdi. "Bak anneme söylerim!" dedim.
"Dene istersen!"
"Anne!" diye bağırdım, sesim hastane odasında yankılandı.
Annem telaşla içeri geldi: "Ne oldu oğlum? İyi misin?"
"Yok bir şey... Babam nerede?"
"Seher kızımın evraklarını hâlletmeye gitti oğlum. Gelir birazdan."
"Ne evrakı?" dedim, merakla kaşlarımı çattım.
"Bilmiyorum oğlum. Baban gelince sorarsın. 'Barınma kâğıdı' falan diyordu..." dedi, sonra yanımızdan ayrıldı.
Ayaklarım acıyordu, her bir hareketimle damarlarımda yayılan bir sızı vardı ama içimde tuhaf, tarif edilemez bir sevinç belirmişti. Babam... Babam muhtemelen Seher için oturum izni alıyordu! Bugüne kadar nüfuzunu, gücünü hiç kullanmayan babam, hayatında ilk kez, benim için, Seher için devreye girmişti. Bu düşünce bile içimi ısıtmaya yetmişti. Sonra Seher oturdu yanı başıma, elimi tuttu.
"Ben bir şey hatırlamıyorum. Ne oldu bize?" diye sordum, gözlerine bakarak.
"Uçaklar... Yol üstündeki binaları bombalamış. Arabanın içinde olmasan, Allah korusun, ölürdün..." Sesi titriyordu, gözleri uzaklara dalmıştı. "O patlamayla beraber içimde bir şeyler koptu sanki. Kendimi sokakta buldum. Gözüm seni aradı... Yola doğru baktığımda, diz üstü oturmuş, başın öne düşmüştü. O an, 'Hayır! Hayır! Olamaz!' diyordum kendi kendime, bütün dünyam kararmıştı. Sana doğru koştum, can havliyle... Baygındın. Hastaneye getirdik, oradan da babanı aradık... Sonrası malum, buradayız."
"Kaç gündür buradayız?" dedim, zamana dair hiçbir hissim yoktu.
"Sekiz gün oldu," dedi Seher, gözleri doldu.
"Sekiz gündür uyuyor muymuşum?"
"Evet," dedi Seher, hüzünlü bir tebessümle. "Sana sekiz gün, ama bana sekiz asır gibiydi! Kimseden net bilgi alamıyordum. Herkes bir şey söylüyordu... Çok dua ettim, çok yalvardım... 'Allah'ım, eğer ölürse benim canımı da burada al, onsuz yaşayamam,' diyordum... Ama sen uyandın. Şimdi yanımdasın..."
Sonra elimi tuttu, yavaşça karnına götürdü. Gözlerinde neşe ve utangaçlık karışımı bir ifade vardı. "İkimiz de çok üzüldük," dedi fısıltıyla.
Ben kekeledim: "Ki... Kim? 'İkiniz' derken?!" Yüreğim yerinden çıkacak gibiydi. "Baba mı oluyorum?"
"Evet!" dedi, gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama yüzünde tarifsiz bir mutluluk vardı.
O andaki duygu tarif edilemezdi. Hem Seher'im yanımdaydı, ölümün kıyısından dönmüştük, hem de bir mucize gibi, çocuğumuz olacaktı! Bu apayrı bir duyguydu, hayatın küllerinden yeniden doğan bir umut gibiydi.
"Beni söylediğime pişman etme! Utandırıyorsun beni..." dedi, yanakları kızarmıştı.
"Tamam ama ne yapayım, bu... Bu mucize gibi bir şey! İnanamıyorum!" dedim, gözlerimden yaşlar akıyordu.
"Seher!" dedim, sanki hâlâ rüyadaydım.
"Efendim, ne oldu?"
"Beni dürter misin? Rüya değil, değil mi?"
Sonra burnumu sıktı, canım yandı ama içimdeki mutluluk acıyı bastırdı. "Bak bakayım, rüya mı değil mi? Tamam tamam, değilmiş!" dedi, sesi neşeyle doluydu.
Tam o sırada babam geldi. İçeri girer girmez gözleri dolmuş, sesi boğuklaşmıştı: "Oğlum, ne yaptın sen? Böyle mi dönecektin bana? Ciğerimi yaktın!" diyerek sımsıkı sarıldı bana. "Çok korkuttun bizi, deli oğlan! Çok..."
"İyiyim baba, şükür Allah'a! Mevlâm beterinden korudu."
"Elhamdülillah... Elhamdülillah oğlum..." dedi, başımı okşadı. "Ayaklarını fazla hareket ettirme oğlum. Biraz sancılı olacak ama geçecek inşallah..."
Annem içeri geldiğinde, ona gözümle işaret ettim. Yanıma yaklaştı. "Babama sorsana, Seher'in işi ne oldu? Hâlletmiş mi?" Bu yaşıma kadar babama direkt soru sormamıştım, hep annem aracılığıyla sorar, öyle cevap alırdım. O an, bu utangaçlığımı bile unutmuştum.
Annem, babama döndü: "Bey, gelinin işlemlerini ne yaptın?"
Babamın yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi: "Sıkıntı yok hanım. O iş tamam. Gelin burada artık, bizimle!"
"Oh be!" dedim içimden, sesim dışarı taşmıştı. İşte buydu! "Ey Allah'ım, sen nelere kadirsin! Kendi başıma bu işi çözemezdim, bu dağları aşamazdım ama sen öyle bir yol çizdin ki, her şey bir anda hâl oluverdi, küllerden yeniden doğuş gibi..."
Seher'e baktım. Bana bakıyordu; sessiz sedasız, vakur bir edayla ayaktaydı. Onun o narin duruşu, edebi, iffeti, vakurluğu... Bunlar beni o kadar etkiliyordu ki. Kelimelerle anlatılamazdı bu his. O an anladım ki, ölümün gölgesinde bile, aşk ve umut en güçlü tohumlardı. Ve biz, o küllerin arasından, filizleniyorduk.