Ölümün Kıyısından Dönüş
Gaziantep'e vardığımızda, üzerimizde İdlib'in o korkunç atmosferinin bıraktığı ağır bir yük vardı. Bitkin düşmüştük, sanki ruhumuzun her bir zerresi yorgunluktan sızlıyordu. O gün İstanbul'a bilet bulamamamız, bir taraftan iyi olmuştu; hiç değilse biraz olsun dinlenme fırsatı bulmuştuk. Ancak aklımız, geride bıraktığımız topraklarda, sevdiklerimizin yanındaydı. "Nasıl yaşayacaklar?" diye düşünüyorduk. Ne zor bir hayattı bu Allah'ım! Kendi öz vatanında, kendi toprağında zulüm görmek, her gün ölümle burun buruna yaşamak… İçimiz, tarifsiz bir acıyla doluydu.
Seher, babasını ve abisini unutamıyor, durmadan ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar, yanaklarında kurumuş, tuzlu çizgiler bırakıyordu. "Yorulduk artık! Her gün kan, gözyaşı... Bu nasıl bir dünya? Allah'ım, onları perişan et! Bunca zulmün ardından rahat yüzü görmesinler!" Sözleri hıçkırıklarına karışıyor, her bir feryadı yüreğimi dağlıyordu.
Bedenen ve ruhen yorgundu, tüm vücudu titriyordu ama yapılanları, yaşanılan adaletsizliği hazmedemiyordu. Yanına yaklaştım, soğuktan ve korkudan buz kesmiş avuçlarını tuttum. Parmaklarını nazikçe okşadım. "Her şeyin bir sonu var Seher'im. Acı geçer, belki izi kalır ama yürekte kalır. Unutma ki kudretli bir Allah'ımız var! Zulmün karşılığını mutlaka verir. Kulunu asla ihmal etmez; düşmana mühlet verir, ama adaletini mutlaka tecelli ettirir."
Seher gözyaşlarını sildi, sesi hâlâ titriyordu ama yüzünde bir parça dinginlik, bir parça kabulleniş belirmişti. "الحمد لله على كل حال... (Her halimize hamd olsun.) Ne mutlu bize ki Müslüman olarak yaratıldık!" Bu sözler, onun imanının ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gösterdi bana.
O, bana Rabbimin bahşettiği en büyük hediyeydi. Ne kadar öfkeli olsa da, ne kadar canı yansa da "Allah" deyince yüreği ürperir, sakinleşirdi. Onu kırmamak için sözlerimi her zaman özenle seçiyordum, adeta kelimelerin üzerine titriyordum. Ancak o gün bir anlık dikkatsizliğim, İdlib'in üzerimizdeki o tarifsiz ağırlığı ve Seher'in hassas ruh hali birleşince, aramızda ilk ve tek gerginliğin yaşanmasına sebep oldu. Ufacık bir yanlış anlaşılma, koca bir patlamaya dönüştü.
Akşam yemeğinden sonra, benim başka bir konuya dalıp hafifçe gülümsemem, Seher'in yüzünü aniden değiştirdi. Gözleri doldu, kaşları çatıldı. Öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. "Neden öyle bakıp gülüyordun? Beni görmezden geldin!" İlk kez bu kadar öfkeli, bu kadar kırgın görmüştüm onu. Sesi buz gibiydi. "Konuşurken muhatabımın yüzüne bakarım. Bunu benden bekler miydin?" dedim şaşkınlıkla, kalbim hızla çarpıyordu. Bana atfedilen bu itham, beni derinden sarsmıştı. "Erkek değil misin? Hepiniz aynısınız!" diye karşılık verdi, sesi adeta bir zehirli ok gibiydi. Bu söz, içimde tarifsiz bir acı uyandırdı. "Öfkenle söylüyorsun Seher'im. Bilerek beni kırmazsın, biliyorum," dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. Ama ateşi sönmedi, aksine daha da alevlendi. "Asıl sen beni kırdın!" diyerek hışımla odasına çekildi, kapıyı sertçe kapatışı kulaklarımda yankılandı.
Şaşkındım. Onu böylesine agresif ve kırgın görmemiştim. Yüreğimde bir sızıyla balkona çıktım, derin bir nefes aldım. Soğuk hava, zihnimi toparlamama yardımcı oluyordu. Gecenin geç bir saatinde, kapısını çaldım. İçeriden ses gelmeyince yavaşça araladım kapıyı. Uyumuyordu, yatağında oturmuş, sessizce ağlıyordu. İçeri girdim, yanına oturdum. "Özür dilerim Seher'im. Seni kırmak istemedim. Neye güldüğümü bile anlatmadım sana, kendi dalgınlığım yüzünden seni üzdüm," dedim, pişmanlıkla. Doğruldu, gözleri hâlâ kızarıktı ama öfkesi dinmiş, yerini hüzne bırakmıştı. "Asıl ben özür dilerim Muhammed'im! Sen bilmeyerek kırdın, ben bilerek... Çok kıskandım. Bir daha öyle yapma ne olur." Sesi hıçkırıklarla karışıyordu. Elini tuttum, şefkatle okşadım. "Bunu sana söz veriyorum, bir daha dikkatli olacağım, seni asla yalnız hissettirmeyeceğim." Gözlerini gözlerime dikti, içten bir çocuk saflığıyla: "Beni affettin mi?" Gülümsedim, onu kendime çektim. "Affedilecek ne var? Seni ne kadar çok sevdiğimi, senin hayatımın anlamı olduğunu unutma." Başını göğsüme yasladı. "Söz veriyorum, bir daha kırmayacağım." O gün, hayatımızın ilk ve umarım son kavgası oldu. Bu gerginlik, ikimiz için de bir ders olmuştu.
Ertesi sabah İstanbul'a indik. Havaalanında bizi babamın asık suratı karşıladı. Gözlerinin altı çökmüş, yüzünde derin bir yorgunluk, belki de yaşlılığın ilk izleri belirmişti. Sesi titriyordu ama öfkesi her zamanki gibi yerindeydi. "Oğlum, kalbimi paramparça mı edeceksiniz? Biri çıkar gider, ölüsü gelir... Ömrümden ömür gitti! Şimdi de Taha, haber vermeden astsubaylık sınavına girmiş, kazanmış! Bu yaştan sonra bana o 'Haydar'ı (yani tabancayı) elime aldırtmayın!" Taha'nın sınavı kazandığını, astsubaylığa adım attığını o an, babamın öfkesinden öğrendim. Yol boyu azar işittik, tüm aile sessizdi. Neyse ki annem, minik Mislina'yı kucağına verdi de babamın öfkeli sesi biraz yumuşadı, yüzünde kısa bir gülümseme belirdi.
Aslında babamı çok iyi anlıyordum: Bizi kaybetmekten korkuyordu, bu korku onun iliklerine işlemişti. Abilerini ve arkadaşlarını savaşlarda kaybetmenin acısı, onun için taptaze bir yaraydı. Polis olmama bile bu yüzden izin vermemişti, bu mesleklerin risklerini çok iyi biliyordu. Seher ise, babamın "Haydar" sözüne takılmıştı. Yol boyu kulağıma fısıldıyordu: "Haydar, Haydar..." diyerek gülümsüyordu. O an, tüm yorgunluğumuza, yaşadığımız korkulara rağmen eve sağ salim varmak, ailemizin yeniden bir arada olması yetiyordu artık.
Taha'ya döndüm: "Neden babama söylemedin?"
"Söylesem izin vermezdi! Aslında iyi bir şey yaptığımı biliyor, sadece alışması zor."
"Eğitim ne zaman?"
"Bir hafta sonra Tuzla'daki birliğe teslim olacağım."
"Babamın gönlünü al yoksa aranıza taş koyar, kolay kolay kabul etmez!"
"Sakinleşsin, hallederiz abi."
Babam vatanına âşıktı. Doğu'da gezmediği il kalmamıştı, her karışı onun için kutsaldı. Ama bu sevda, beraberinde derin acılar da getirmişti; birçok arkadaşını çatışmalarda yitirmişti. Hep şu nasihati verirdi: "Askerlik-polislik dışında bir meslek seçin kendinize!" Evde, koltuğa yorgunluktan gömülürken, içten bir dua ettim: "Ölümün kıyısından döndük. Şükürler olsun sana Rabbim..."
Seher'in yorgunluktan bitap düşmüş hali ve karaciğerindeki o sinsi rahatsızlık, içimi kemiriyordu. Biliyordum ki en zorlu günler geride kalmıştı, ama yeni zorluklar da bizi bekliyordu. Onun sağlığına kavuşması ve Mislina ile birlikte huzurlu, güvenli bir hayat kurabilmemiz için her şeyi yapmaya hazırdım. Bu yeni başlangıç, hem fiziksel hem de ruhsal olarak iyileşme ve güçlenme fırsatı olacaktı bizim için.