Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
PHAROS I (Bölüm IV Fenerin Gölgesi: Araf) - Sözümoki
17 Haziran 2025, Salı 15:48 · 7 Okunma

PHAROS I (Bölüm IV - Fenerin Gölgesi: Araf)


“Her ışık, bir gölgeyi doğurur. Ve Pharos, önce gözle görülmeyeni aydınlattı. Sonra yalnızca kendini.”

4.1. Kutsal Başlangıç — Fenerin Doğuşu

Zamanın henüz kırılmadığı, dünyanın göğe dönük alnıyla ilk nefesini aldığı çağlarda, Pharos yükseldi.
Bu yalnızca bir yapı değildi. Bu bir karar, bir ant, bir ideaydı.
Sanatın ilk kıvılcımlarını taşıyan üç büyük aile — Lucarno, Cavellin ve Veltrano — tüm güçlerini, birikimlerini ve tutkularını bir araya getirdi. Amaçları, insan ruhunun derinliklerine inen, zamanı unutturacak, anlamı biçimle kutsayacak bir merkez kurmaktı: Pharos.

Lucarno’lar, görmenin ötesinde görenlerdi. Onlar resmin efendileriydi; ışığın ve gölgenin dilini konuşur, boyayı bir varoluş aynasına dönüştürürlerdi. Kapılarında asılı duran altın çerçeveli siyah göz, görüleni değil, bakanın içini işlerdi. Onlarla göz göze gelen, kendi iç dünyasında kaybolur, başka bir bakışla geri dönerdi.
“Bakma,” derlerdi, “Gözler kandırır. Ruhla bak.”

Cavellin’ler müziğin ruhunu kavramıştı. Onlar sesi duymaktan çok hisseder, titreşimi dokunulabilir bir şeye dönüştürürlerdi. Katlarında asılı duran diyapazonlar, ay ışığıyla titrer; her tını, dünyanın nabzını taşırdı. Onlar için müzik, yalnızca bir sanat değil, evrenin matematiğiydi.
“Dinle,” derlerdi, “Her şeyin bir sesi vardır. Sessizliğin bile.”

Veltrano’lar ise zamanın hafızacılarıydı. Yazı onların mabediydi; kelimelerle ölümsüzlük inşa ederlerdi. Katlarında açık bir kitabın üstüne oturmuş kum saati dururdu. Her yazı, bir zamanı mühürler; her sessiz sayfa, geleceğe bekleyen bir dua gibi bırakılırdı.
“Yaz,” derlerdi, “Yazılmayan unutulur. Zaman, yalnızca kaydedilenle var olur.”

Ve böylece Pharos kuruldu.
Denizin kıyısında, rüzgârla konuşan kayaların üstüne. Üstü devasa bir deniz feneri, altı ise fanusun altında uzanan büyüleyici bir sanat şehriydi.
Fenerin yüksekliği, göğün en uzak yerine ulaşmak içindi; şehir ise denizin dibine kök salacak kadar kararlıydı.

Bu yapı, yalnızca çağının değil, gelecek çağların da sanatına yön verecek bir mihenk taşı olarak tasarlandı.
Bu nedenle adı Pharos I kondu. “Birinci” idi çünkü onu izleyen yeni fenerlerin kurulacağı, yeni sanat şehirlerinin doğacağı kutsal zincirin ilkiydi.

Bu yalnızca bir yapı değil, bir prototipti. Bir arketip.
Daha fazla fener, daha fazla ilham.
Sanatın sonsuzluğu için.

Dış dünya savaş, açlık, iktidar, çöküş gibi döngüler içinde savrulurken, burada bambaşka bir düzen hâkimdi. Sanatçılar, dünyevi yüklerden azade yaşar; onların tüm ihtiyaçları ailelerce karşılanır, tek sorumlulukları üretmekti. İlhamla nefes alır, biçimle dua ederlerdi.

Pharos, başta bir ütopyaydı.
Bir vaatti.
Bir tohumdu.

Ama her tohum gibi, toprağı ne kadar verimli olursa olsun... zamanla büyür, kabuğunu çatlatır, kendi karanlığına da kök salar.

Zira unutulmaması gereken bir gerçek vardı: Kurucular, o ilk ışığı yakarken, bir parça karanlığı da beraberinde getirmişti.
Yaptıkları sanat, yalnızca güzellik değil; gerçekliğin kırılgan dokusunu da sarsıyordu.
Bu lanet, soylarında sessizce dolaşacak; gözle görülmeyen, fısıltılar halinde yankılanacaktı.
Pharos, aslında hem ışığı hem gölgesiyle doğmuştu.
Ve o gölge, bir gün yeniden uyanacaktı.

4.2. Kırılma — Kıyametin Başlangıcı

Fakat sonsuzluk yoktu. Dünya önce yavaşladı, sonra kırıldı. Buzullar sessizce eridi. Sular, önce kıyıları, sonra şehirleri yuttu. Toprak, ağır ağır çekildi. Bu bir savaş değildi. Doğa, yalnızca olanı geri alıyordu.

Felaketin ayak sesleri yıllar öncesinden duyulmuştu. İnsanlık kendi sonunu hesapladı. Devletler, şirketler, bilim toplulukları ve zengin bireyler — hepsi kurtuluş için yarışa girdi. Kimi okyanus üstü şehirler kurdu, kimi dağların içine devasa kapsüller oydu. Gökdelenler gemiye dönüştürüldü, yerin altı göğe bağlandı. Herkes kendi güvenliğini, kendi gelecek planını yaptı.

Pharos, bu hazırlıkların uzağında bir yerdeydi. Üç kutsal aile — Lucarno, Cavellin ve Veltrano — sanatın kendi başına yeterli olmadığını fark etmişti. Bir fırça darbesi, bir melodi, bir kelime… Anlamını paylaşımda buluyordu. “Sanat toplum içindir,” dediler. “Sanat, paylaşacak biri varsa parlar.”
Bu inançla Pharos’un kapılarını açtılar. Yalnızca sanatçılara değil, düşkünlere, yorgunlara, yersizlere, umutsuzlara... Kapasitelerinin çok ötesinde bir halkı buyur ettiler.
Sanatın mabedi, insanlığın da mabedi oldu.

Fanusun altında yeni bir hayat filizlendi. Oyunlar oynandı, sokaklar yeniden isimlendirildi. Müzik, şiir ve resim, bir ekmek gibi bölündü. İlk zamanlar, başka sığınaklardan sinyaller de alınıyordu. Hepsi hayatta kalmıştı. Hepsi hâlâ umutluydu.

Ama sonra geldi o uzun fırtına. Göğü delip geçen, denizleri köpürten, sinyalleri susturan sonsuz bir uğultu. Haftalarca, sonra aylarca sürdü. Sonra... hiç.
Diğer sığınaklardan bir daha ses gelmedi.

Pharos yalnız kaldı.
Ve artık yalnızca bir sanat mabedi değildi.
Dünyanın kalan tek kalbiydi.

4.3. Çürüme — Yükselenlerin İktidarı ve Bastırılanların Sessizliği

Zaman aktı. Fanusun içindeki hayat, yeryüzündeki son ses sustuktan sonra şekil değiştirmeye başladı. Dışarısı artık ulaşılmaz bir düş, içerisi ise giderek daralan bir labirente dönüştü.

Kurucu aileler — Lucarno, Cavellin ve Veltrano — birer birer tarihe karıştı. Geriye yalnızca isimleri kaldı; o isimleri taşıyan ama o ruhu taşımayan yeni bir kuşak doğdu. Bu yeni nesil, Pharos’un zirvesinde, deniz fenerinde dünyaya geldi. Onlar için gökyüzü sıradandı, ufuk çizgisi gündelikti. Güneş ve ay, onlar için sadece döngüsünü sürdüren göksel cisimlerdi. Hiçbir zaman yeryüzünü görmediler ama ışıkla iç içe büyüdüler.

Alt halk ise çok daha aşağıdaydı — fanusun dibinde, suyun altında. Bu kalabalık topluluk, sadece deniz fenerinin en tepesine çıkabildiklerinde gökyüzünü görebiliyordu. Güneşin doğuşunu, ayın dönüşünü, dalgaların ışığı nasıl yuttuğunu yalnızca o nadir anlarda, izin verilirse yaşayabiliyorlardı. Bu kısıtlı ilham, onların umutlarını besliyor, sanatlarını diri tutuyordu.

Başlangıçta bu izin kutsal bir haktı. Herkes, sırasıyla kuleye çıkar, ışıkla göz göze gelir, o göksel anların ilhamını ruhuna kazırdı. Çünkü kurucu ailelerin inancı buydu: Sanat, paylaşılmalıydı. Güzellik, herkesin hakkıydı. Ve paylaşacak bir toplum olmadan sanatın anlamı olmazdı.

Ama zaman değişti.

Yeni veliahtlar büyüdükçe, doğuştan gelen ayrıcalıklarını insanüstü bir hak gibi görmeye başladılar. Kendilerine sunulan sonsuzluğu sıradan saydılar; diğerlerinin ona hasret kalmasını doğal, hatta yerinde buldular. Ve sonunda karar verdiler:

“Bu manzara sadece bize ait.”

Alt halkın kuleye çıkışı yasaklandı. Güneş, ay ve deniz artık yalnızca yukarıdakilere görünürdü. Aşağıdakiler içinse gökyüzü, kitaplarda anlatılan bir efsaneye dönüştü. Umut, yukarıda kilitlendi. Güzellik, tekel altına alındı.

Veliahtların kibri büyüdükçe, sanat üzerindeki talepleri de arttı.

Lucarno’nun gençleri, bir zamanlar “ruhla bak” diyen göz simgesini unuttu. Aynalarla sarhoş oldular; başkalarının acılarını yalnızca dekoratif bir estetik gibi resmettiler. Fırçaları artık yalnızca iktidarı hoşnut eden portreleri boyuyordu.

Cavellin’ler, melodiyi emre dönüştürdü. Diyapazonlar hâlâ titriyordu ama artık ilham için değil, iktidarın ruh hâline göre bestelenmiş uyarılar için. Her ses, yukarıdakilerin ritmine göre çalınan bir zincirdi.

Veltrano’lar, kelimeleri zincirledi. Kitaplar artık geçmişin bilgeliğini değil, bugünün iktidarını memnun etmek için kurgulanmış masalları taşıyordu. Her cümle, yukarıdakileri yüceltmek için seçiliyordu.

Sonunda olan oldu. Veliahtlar, alt halktan sanat eseri talep etmeye başladılar — resimler, şiirler, hikâyeler, müzikler… Ama aşağısı yorgundu. Kaynakları tükenmişti. Ne tuvali vardı ne notası. Zamanları yoktu çünkü nefesleri bile borçtu.

Ve işte o vakit, fanusun en acımasız gerçeği açığa çıktı:

Oksijen.

Fanusun derinliklerine nefes veren sistemin anahtarı yalnızca üç ailenin elindeydi. Bu nefes bir zamanlar paylaşılıyordu. Şimdi ise sadece satın alınabiliyordu — sanatla.

“Sanatçı değilsen, yaşamaya hakkın yok,” dediler.
“Bize bir öykü ver. Bir şarkı. Bir umut. Yoksa nefesin biter.”

Artık sanat, bir hayatta kalma refleksiydi. Ne kalpten gelen bir tutku kaldı, ne de paylaşacak bir neşe. Fanusun içindeki o derin sessizlik, en yüksek şarkılardan bile daha çok yankılanıyordu.

Ve böylece, ışığın tepesinde doğanlar karanlığa hükmetmeye başladı.

Kibirleri, bir zamanlar halkı bir araya getiren o ışığı, sadece kendi gölgelerine çevirdi.

4.4. Nemozin — Unutulanların Sanatı ve İhanet

Sanat bir gün sustu. Çünkü korku, hayal gücünün düşmanıdır.

Alt halk, nefes almak için resim çizdi, şiir yazdı. Her nota, her fırça darbesi bir çığlık gibiydi. Ama yukarıdakiler tatmin olmuyordu. Gözleri doymadı, kulakları duymadı. Ruhlar birer birer donmaya başladı.

Ve fısıltı yükseldi:

“Işık sönmezse, yol başlamaz.”

Fener hâlâ yanıyordu ama alt şehir kararıyordu. Oksijen azaltıldı. Bilinçler bulanıklaştı. Bebeklerin gelişimi yavaşladı. Yaşlılar daha çabuk yorulur oldu. Halk, panik içinde, gözlerini göğe çevirdi.

Son çareye ihtiyaç vardı.
Ve böyle doğdu: Nemozin Projesi.

Fanusun içinden en parlak zihinler seçildi. Onlara yalnızca bilgi değil, biçim, anlam, ritim öğretildi. Gerçeklik simülasyonlarıyla dolu özel alanlarda büyütüldüler. Onlar için temiz hava, iyi beslenme, sessiz uyku vardı. Onlar “yaşayabilsin” diye başkaları daha az nefes aldı.

Önce eğitildiler.
Alt şehirde onlara eski dünya alışkanlıkları tekrar ettirildi: Sabah kahvaltıları, yürüyüşler, kitap saatleri, konuşmalar... Rutinler dikkatle seçilmişti. Bedenleri kadar hayal güçleri de eğitiliyordu.
Amaç, eski dünyayı hatırlamak değil, taklit etmekti.

Ve sonra…
Bellek silme aşaması geldi.

Seçilen sanatçının hafızası sıfırlandı.
Çocukluğu, acısı, ailesi, alt şehirdeki geçmişi silindi.
Özellikle deniz feneri — ışık, kule, gökyüzüne açılan merdivenler — belleğinden titizlikle kazındı.
Çünkü yukarıya çıktığında orayı “hatırlamaması” gerekiyordu.
Kulede verilen eğitimlerin, kendi gerçek yaşamıymış gibi algılaması gerekiyordu.
Sahte anılarla donatıldı.
Alt şehirde yaşadıklarını rüya gibi, belirsiz bir gölge gibi hissedecek; oysa kuledeki simülasyon eğitimleri onun için artık çocukluğuydu.

Ve böylece sanat “saf” olacaktı. Korkudan değil, bilinçsiz bir içgüdüden doğacaktı. Hafızasından feneri silenler, onun hayal gücünü geri getirdiğine inandı. Oysa sanatçı, kendisini gerçek dünyadan gelmiş sanıyordu — kıyameti bilmeden, geçmişin içinde yaşayan bir yabancı gibi. Bütün bu kandırılmışlık içinde, sanatın saf ve gerçek olduğuna inanmak en büyük trajediydi.

Bir adaktı.
Bir kurbandı.
Bir hayaldi.

Fener artık ilham için değil, oksijen için yanıyordu.
Işık, yalnızca unutmayı kabul edenlerin hakkıydı.

Başta bu sistem işe yaradı. Fenerin tepesinden gelen sanat tekrar büyüledi.
Ama her sanatçı yalnızca tek bir alanda yetkin çıkıyordu. Kimi yalnızca müzikle yankılandı, kimi sadece hikâyeler anlatabildi, kimi yalnızca çizdi.

Ve bu, tatminsiz aileler için bir sorun haline geldi.

Lucarno’lar, yalnızca “görünene” değil, görmeyene de hükmetmek istiyordu.
Cavellin’ler, sesi olmayan bir feneri reddediyordu.
Veltrano’lar, kelimeler olmadan anlatılanı küçümsüyordu.

Bu yüzden bir karar alındı:
Sanatçının alanını belirleme hakkı seçimle belirlenecekti.

Üç yılda bir, alt şehir oy kullanacaktı. Her vatandaş, üç aileden birine oy vermek zorundaydı. Kazanan aile, yeni Nemozin sanatçısının hangi disiplinde yaratacağına karar verecekti. Örneğin Veltrano’lar kazanırsa, sanatçı kesinlikle bir yazar olmalıydı.

Bu seçim, alt şehre ait gibi görünse de, yalnızca bir al gülüm ver gülüm düzeniydi.
Aileler halkı oksijenle, rüyalarla, vaatlerle etkiliyor; alt şehir ise umutsuzca bir ödül peşine düşüyordu. Çünkü seçilen sanatçı her ne kadar artık kendisini yukarının çocuğu sansa da, onun başarısı sayesinde ailesine, mahallesine, alt şehre küçük ayrıcalıklar tanınıyordu.

Ve böylece halk, kendi içinden birini seçip, onu feda ediyordu.
Unutsun diye yetiştirilen çocuk, onları hatırlasın diye çalışıyordu.

Ama herkes biliyordu:
Nemozin bir gün hatırlarsa, fener yanmaz.
Fener yanmazsa, sistem çöker.

4.5. Sonsuzluk ve Yalnızlık — Pharos’un Laneti

Pharos artık bir kandildi; içinde bir zamanlar insan olanlar sessizce eridi.
Üst katlar sessizdi, yalnızlıktan yankılanan bir boşluk gibi.
Alt katlarda ise sesler bastırılmış, nefesler yarımdı.
Her ışık bir gölge doğurur derlerdi,
ama bu fener, artık sadece kendini aydınlatıyordu.
Ne yolu gösteriyordu, ne gerçeği.
Yalnızca varlığını ispatlamaya çalışan bir ışık…

Son söz

Pharos, kutsal bir yapı değil; insanın zamanla birlikte unuttuğu her şeyin mezarıydı.
Bir anıt değil; kaybolmuş hayatların, silinmiş seslerin suskun hatırasıydı.
Orada umut değil, alışkanlık yaşar.
Ve her parlak ışığın ardında,
biri karanlıkta kalır.
Pharos, insanın kendi gölgesine yenildiği yerdir.

Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Bir annenin çocuğuna öğretmesi gereken en önemli 5 konu nedir?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.