Samimiyetsiz Samimiyetler
Az önce bir tanıdık aradı.
Ayda yılda bir görüşürüz; aramız ne iyi ne kötü.
Bayramdan bayrama, düğünden düğüne denk geliriz.
Ama yeni bir işe girdiğini hemen bana iletti.
Sanki bu haberi bilmem, onun için bir tür onay mekanizmasıydı.
Kendi başarısını bana anlatmıyor gibiydi de, başarısının seyircisini arıyor gibiydi.
Eskiden “iyi gün dostu” derdik bazı insanlara.
Artık “iyi gün göstericisi” desek daha doğru olur.
Kimse gerçekten paylaşmak istemiyor, sadece kendini sergilemek istiyor.
Artık aramalar bile içten değil; sesin tonu bile,
“Görüyor musun, ben hâlâ hayattayım ve işlerim yolunda.” der gibi.
Samimiyet, gösterişin bir alt türüne dönüştü.
Kalabalık arkadaş gruplarından, akraba sohbetlerinden,
yapay gülüşlerin yankılandığı masalardan yoruldum.
Çok insan tanımak, çok fazla yüz hatırlamak demek artık;
ama hiçbirine güvenememek de demek.
Ne kadar çok insan varsa, o kadar az içtenlik kalıyor.
Sanki herkes birbirine temas ediyor ama kimse kimseye değmiyor.
Bir selamın ardında bir hesap, bir tebessümün içinde küçük bir kıyas gizli.
İlişkiler, bir tür karşılıklı performans sanatına dönüştü.
Herkes sahnede, kimse birbirine bakmıyor.
Ve ben o sahneden çoktan indim.
Belli başlı birkaç insan dışında kimseyle konuşmak istemiyorum.
Kalabalıkla değil, sessizlikle daha iyi anlaşıyorum artık.
Çünkü sessizlik, ne söylediğini değil, ne hissettiğini anlatır.
Bir kelimeye yüklenmiş samimiyet, bin cümlelik sahte gülüşlerden değerlidir.
Az insan kaldıkça, gürültü azalıyor. Gürültü azaldıkça, iç ses duyuluyor.
Belki de bu çağda en büyük huzur,
kimsenin seni yanlış anlamayacağı kadar az insanla çevrili olmak.
Boş bir kalabalıktan, kaliteli bir yalnızlığı;
yüzeysel tanışıklıklardan, iki güzel insanın sessizliğini yeğlerim.
Çünkü sonunda anlıyorum ki:
azlık eksiklik değil, seçilmiş bir sükûnettir.