SARARAN YAPRAKLAR
Huzurun Sonbaharı
Zamanın durmasını dilediğim anlardı… Seher yanımdayken, sanki rüzgâr bile ilahi bir nağme söylüyor, içimde mukaddes bir sıcaklık yürüyordu. Onun varlığı, ruhuma işleyen derin bir huzurdu. O, toprak gibi mütevazıydı, cömertti; her "Ömrüm" dediğimde, o da gözleri parlayarak, "Ömrüm sana feda olsun Muhammed'im!" diye karşılık verirdi. Hayatıma giren bu eşsiz hazineye her baktığımda, aldığım her nefeste, şükür secdesine varasım geliyordu. Sanki tüm dünya susuyor, sadece ikimizin kalbi atıyordu.
Üsküdar'da Son Işık
O gün Üsküdar sahilinde, güneşin altın rengi ışıkları altında el ele yürürken, Seher aniden durdu. Sararan, rengi solmaya başlayan yüzünü güneşe çevirdi. "Resim çekmeyi özledim…" dedi, sesi uzaklardan gelen bir fısıltı gibiydi. Gözlerinde, geçmiş günlere duyulan derin bir özlem vardı.
Ertesi gün, cebimdeki son parayla aldığım fotoğraf makinesini ona uzattığımda, o yeşil gözlerindeki pırıltıyı, o tarifsiz sevinci asla unutamayacağım. Küçük bir kızın bayram sevinciyle sarıldı boynuma, kolları sımsıkı sardı beni. Ama o mutluluk gözyaşları dökerken, ben onun avuç içlerindeki, gün geçtikçe daha da belirginleşen turuncu lekeleri görüyordum. Karaciğer yetmezliği… Doktorun "Zamanınız kısıtlı, hazırlıklı olun" sözü, beynimde çakıllı bir yolda yuvarlanan kocaman bir kaya gibiydi, her dönüşünde içimi kanatıyordu.
El Kırılacakmışçasına
Bir an, istemsizce ellerini sımsıkı kavradım. Sanki onu bırakırsam, yok olacak gibiydi. O da omzuma yaslanırken fısıldadı: "Elimi kırmaya niyetlisin herhâlde?" Sesi şefkatliydi ama ben içimdeki fırtınayla boğuşuyordum. "Özür dilerim Ömrüm, dalmışım…" dedim, sesim çatlamıştı.
Gözlerinin derinliğine baktı, sanki ruhumun en ücra köşelerini görüyordu. İç çekti, ciğerlerinden koparcasına: "Allah senin yokluğunu göstermesin bana adam!" İşte o an yüreğime bir hançer saplandı. Biliyor muydu acaba? İçindeki o buruk ifade, o bilmiş bakış… Vücudundaki sarılık her geçen gün artıyordu. Gece yatakta kıvranırken, acı içinde ama bana belli etmemeye çalışarak "Üşüyorum" diye mırıldanışını yastığa gömmeye çalışıyordu. Her nefesi, benim için birer acı okuydu.
Kabus ve Sır
O gece, derin bir kabusun pençesindeydim. Beyaz kefenli bir figür, karanlık sahilde koşuyor, elinde fotoğraf makinesiyle "Yetişemiyorum! Yetişemiyorum!" diye canhıraş haykırıyordu. Çığlıkla uyandığımda, tüm bedenim ter içindeydi. Kalbim göğüs kafesimi zorlarcasına çarpıyordu. Seher koşarak geldi, uykulu gözleriyle endişeyle bana baktı. Alnımdaki soğuk teri, o mis kokulu mor eşarbıyla nazikçe sildi.
"Rüyamda kaybolmuşsun… Seni bulamıyordum," dedim, sesim hâlâ titriyordu. "Abdest al da sana sıcak ballı süt yapayım," diye gülümsedi. Ama o gülüşünde, her zamankinden daha derin, gizli bir hüzün vardı. Sanki bir veda, dudaklarının kenarında asılı kalmıştı. Mutfakta süt ısıtırken ansızın dizlerinin bağı çözüldü, yere çöktü. Yetiştiğimde, onu tuttuğumda, zümrüt gözlerinde bir şeyler sakladığını, bir sırrı gizlediğini görüyordum: "Başım döndü işte…" Oysa biliyorduk ikimiz de: Vücudu yavaşça toprağa çekiliyor, her geçen gün biraz daha eriyordu.
Son Fotoğraf Seansı
Ertesi sabah, hastalığına ve yorgunluğuna inat, bambaşka bir enerjiyle uyandı. "Bugün Üsküdar'a gidiyoruz! Makineyi deneyeceğim!" dedi, sesi kararlıydı. İtiraz etmeye mecalim kalmamıştı. Bilmiyordum ki bu, onun son arzusuydu belki de.
İskelede, boğazın hüzünlü rüzgarı yüzümüze vururken, o çöken bir hüzünle poz verirken, deklanşöre her bastığımda içim kanıyordu. Bu kareler son olacak mıydı? Bu gülüşler, bu bakışlar tarihe mi karışacaktı? Her bir kare, içime bir hançer gibi saplanıyordu. Bir ara dayanamayıp: "Yoruldun, dönelim mi?" dedim, sesimde yalvarış vardı.
Yapış yapış ter içindeki alnını omzuma dayadı. O ıslaklık, benim ruhumu da yakıyordu. "Hayır… Çünkü her an son anımız olabilir." İşte o cümle, her şeyi açık etmişti. Biliyordu. En başından beri bu gerçeği, bu acı sonu biliyordu. Gözlerinde, kabullenişin ve vedanın derin izleri vardı.
Gece Vakti İtiraf
O gece, yatakta sımsıkı sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sırtımdaki ıslaklık, onun sessiz gözyaşlarının iziydi, ruhuma damla damla işliyordu. "Korkuyorum Muhammed'im…" diye hıçkırdı sonunda, sesi boğuktu. "Neden Ömrüm?" diye sordum, kendimi tutamıyordum. "Gözlerimin feri sönmeden… Mislina'nın yüzümdeki sarılığı görmesinden korkuyorum. Beni böyle hatırlamasını istemiyorum."
Sımsıkı sardım kollarıma, sanki onu bu hastalıklı dünyadan koruyabilirmişim gibi. Onun ince, teneke bilekliği bileğimde zonkluyordu, kalbimin atışlarıyla eş zamanlı. Bu bileklik, bir zamanlar ona İdlib'deki bir çocuktan hediye gelmişti. "Sen benim ebedi güzelliğimsin Seher'im! Benim için her zaman en güzelsin!" dedim. Ama o, artık aynaya bakamıyordu, kendi yansımasından korkuyordu.
Mektuptan Bir Satır
(Sonradan bulduğum o sandıktan, kurutulmuş lavanta kokusuyla birlikte çıkan o mektup…)
"Sevgilim,
Üsküdar'da o son fotoğrafımı çekerken, makinenin vizöründen sadece beni çektiğini sanıyordun. Ama ben senin gözlerindeki o sonsuz vedayı, o tarifsiz acıyı gördüm. Biliyordum ki bu kareler, bizim son karelerimizden olabilirdi.
Beni toprağa verirken, benim teneke bilekliğimi sakın unutma. O bilekliği Mislina'nın bileğine tak. Pası, aşkımızın yıllanmış gözyaşı olsun, onun için bir hatıra, bir miras… Ve bil ki, ben seni hep seveceğim, ta ki ruhum bu bedenden ayrılana dek… Sonsuz aşkınla…"