Günler haftaları, haftalar ayları kovalarken... Kelimelerimiz sevgiyle yoğrulmuştu. İnsan olduğu için değer verdiğimiz o sohbetler; edebiyat, felsefe ve acılarla örülü bir kardeşlik köprüsüydü. Hayatımda ilk kez bana benzeyen biriyle konuşuyordum. Gülüşlerimiz aynı dalga boyundaydı.  
Ama içimde hep bir sır perdesi vardı: "O ne hissediyor?" 
Sormaya cesaret edemiyordum. Ta ki o kara güne kadar...  
İki gün. 
İki gün boyunca İdlib'in elektrikleri kesikti.  
Dakikalar işkenceye dönüştü:
"Acaba bombalandı mı?"  
"Ya enkaz altındaysa?"  
Kalbim daracık bir kafeste çırpınıyordu. Etrafımdakileri duymuyor, "Neredesin ahû gözlüm?"diye mırıldanıyordum.  
Üçüncü gün telefon titredi. Gelen fotoğraf:  
Elleri sargılı, yüzü morluk içinde...  
Sınavdayken bomba düşmüştü sınıfına. Enkaz altında saatlerce kalmıştı. Hastane koridorunda çekilmiş o resim, ciğerlerimi yaktı:  
"Gözlerinin önünde ölüme yürüyor sevdiğin... Sen ise sadece seyrediyorsun!"
Çaresizliğin ne demek olduğunu o an anladım.  
Sonra sesi titreyerek anlattı:  
"Telefonum enkazda kaldı... Seni çok özledim."
Ve o çarpıcı cümle:  
"Seni görmeden ölmek istemiyordum..." 
Donakaldım. Buğulu gözlerimle tek kelimeye takılıp kalmıştım: "Ölmek"  
Sesimi duyunca, "Burdayım!"diye haykırdım. Ama nasıl ulaşacaktım ona?  
Çıkmaz Sokaklar Gecesi:
Sınır kapıları kilitliydi.Yol yok...  
"Geliyorum!" diyememenin acısıyla kıvranıyordum.  
"Canını vereceksen beraber veririz!" diye haykırmak istiyordum.  
Her gece secdede dua ettim:  
"Allah'ım! Şu enkazın altından çıkardığın kulu, bana da göster..."