Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
Söz Verdim Yaşayacaksın - Sözümoki
23 Ağustos 2019, Cuma 20:08 · 683 Okunma

Söz Verdim Yaşayacaksın



Söz Verdim, Yaşayacaksın
Kapı, sessiz bir fısıltıyla aralandığında, içeriden çıkan doktorun yüzündeki ifade, tüm bekleyenlerin yüreğine bir kor düşürmüştü. "Ameliyat iyi geçti, lakin bebeğin küvözde kalması lazım," dediğinde, küçük bir umut kıvılcımı belirmişti, ta ki dilim korkuyla düğümlenerek asıl soruyu sorana kadar: "Doktor bey... Annenin durumu?"
Doktorun sözleri buz gibi bir rüzgar gibi esti: "Normalde çok basit bir ameliyat ama hastanın karaciğerinin büyük kısmı iflas etmiş durumda. Bugüne kadar farkına varmadınız mı?" Sesindeki şaşkınlık, benim içimdeki çaresizliği daha da derinleştiriyordu. "Elimizden geldiğince dikkat etmeye çalıştık ama..." Gücüm tükeniyordu. "Beyefendi, bu yeni bir şey değil. Hamilelik sürecinde ortaya çıkması muhtemel ama bu kadar kısa sürede ilerlemesi imkânsız. Demem o ki, ya irsidir ya da kimyasala maruz kalmış olabilir... Biz elimizden geleni yapacağız. Size bir hastane tavsiye edeceğim. Hastanın tam teşekküllü bir merkezde yatması lazım..."
Gözlerim kararmıştı. Tek bir kelime döküldü dudaklarımdan: "Olur, neresi olursa olsun götürürüm! O yaşasın yeter ki!" Doktor, başını hafifçe salladı. "Nakil işlemlerini başlatacağım. Geçmiş olsun," dedi. Bu kelimeler, bir umut ışığı gibi görünse de içimdeki fırtınayı dindirmeye yetmiyordu.
Korktuğum, hayatımın en büyük kabusu gerçek olmuştu. Ayaklandım, fakat ayaklarımın ağrısını hissetmiyordum. Sanki ruhum bedenimden ayrılmış, acı bedenimi terketmişti. Taha'nın sesi kulaklarıma uğultu gibi geldi: "Abi, oturur musun lütfen?" Onu elimle ittim. Göğsümden yükselen bir çığlık, hastanenin koridorlarında yankılanıyordu: "Allah'ım! Allah'ım! Ne olur Allah'ım! Al beni, o yaşasın! Ben daha onu ailesine götüreceğim, söz verdim Allah'ım!" Sesimle birlikte hastanenin duvarları bile inliyordu sanki. Olduğum yere yığılıp kalmışım... Bilincimi yitirdiğim o an, belki de tek kaçışımdı.
Kendime geldiğimde, bembeyaz bir müşahade odasında, koluma bağlı bir serumla buldum kendimi. Taha'nın yüzü, endişe ve yorgunlukla çevriliydi. "Abim, uyandın mı?" Gözlerim bulanıktı. "Ne oldu bana?" "Sakinleştirici verdiler sana. Evrakları hazırlamışlar. Ambulansla İstanbul'a gideceğiz. İyi misin?" Yüreğimdeki bu ağırlığa rağmen, onun endişeli bakışlarına dayanabilmek için "Evet..." dedim. "Yengenden haber var mı?" Taha'nın yüzüne bir rahatlama yayıldı. "İkisi de iyi abi. İstanbul'a gidelim, bir etraflıca araştıralım. Nedir ne değildir öğrenelim. Daha hiçbir şey bitmiş değil..."
Onu anlamadığımı düşündüm. "Beni anlamıyorsun. Ölüm hak; önüne geçemem. Lakin oğlum, ben ona söz verdim! Ailesini görmeden ölürse, ben ölürüm o zaman..." Sesim kısık çıkıyordu. Taha, elimi sıkıca tuttu. "Seni anlıyorum ama umudu bize sen öğrettin. Şimdi neden umutsuzluğa kapılıyorsun? Bak yengem uyanmış, seni sormuş. Ben de 'Namaz kılmaya gitti, birkaç evrak var doldurup gelecek,' deyip oyalıyorum. 2 saattir..." Gözlerimi kaçırdım. "Ona ne diyeceğim?" Taha kararlıydı: "Ona bir şey deme şimdilik. İstanbul'a gidelim bir, orada duruma göre izah ederiz. Ama şu an bir şey söyleme."
"Tamam, gidelim." Bu sözler, çaresizliğin içindeki bir kabullenişti.
Odaya çıktım. Seher, yatağında bitkin bir şekilde yatıyordu. Rengi sapsarıydı, yüzündeki her çizgi yorgunluğun ve acının izlerini taşıyordu. Ama gözleri... O gözler hala hayat doluydu ve beni görür görmez parlamıştı. "Neredesin sen? Seni bekliyorum ne zamandır? Çocuğumuz nasıl?" Dudaklarımdan yalanlar dökülmek zorunda kalmıştı. "İyi bir tanem. Sadece erken doğduğu için küvözde kalacak biraz." Gözlerindeki ferahlamayı gördüğümde, içimdeki acı bir nebze olsun dinmişti. "Elhamdülillah sağlıklı olsun da, varsın ben görmeyeyim şu anlık." İlk defa onun gözlerine bakmaktan bu kadar korkuyordum. Benim gözlerim, ona gerçeği fısıldamak için yanıp tutuşuyordu. Sonra bana dönerek: "Sana neden iğne yapmışlar?" dedi, kolumu göstererek serum için açılan damar yerini işaret etti. O an ne diyeceğimi bilemedim. "Ben sizi beklerken bayılmışım, heyecandan sanırım." Pek inanmamıştı. Yüzündeki hafif şüpheyi gördüm. "Benim ailemi aradın mı?" "Hayır. Siz bir ayaklanın, görüntülü ararız. Baban bu halini görmesin." Bu sözler, onu bir nebze olsun rahatlatmıştı.
Ona, gelecek için umut kırıntılarıyla dolu bir yalan söyledim: "İstanbul'a gitmemiz lazım. Burada tanıdığımız kimse yok. Orada daha iyi şartlarda kalacağız inşallah." Umarım inanırdı.
İki saat sonra, soğuk ve hızlı bir ambulansla İstanbul'a doğru yola çıktık. Yolda kızıma bakıyordum; küçücük, avuç içi kadar bir mucize... O haliyle bile Seher'i andırıyordu. Saçının her teli, yüzünün her kıvrımı annesinin kopyasıydı sanki. Yol boyunca Seher'i rahatlatmak için, sesimin titrememesi için büyük bir çaba sarf ederek Kur'an-ı Kerim okudum. Her ayet, içimdeki fırtınayı dindirmeye çalışırken, o da yol boyunca beni dinledi, gözleri kapalı, elleri karnında...
Vardığımız hastane, gerçekten de doktor beyin söylediği gibi ilgili, alakalı ve bir o kadar temizdi. Bir umut yeli esmişti içimde. Seher'i odaya aldılar, çocuğumuzu da narin ellerle yoğun bakım odasına taşıdılar. Sanki pamuklara sarılmış bir melek gibiydi.
Annemle babam apar topar gelmişti. Onları görünce, yalnız olmadığımı hissettim ve içime biraz olsun su serpildi. Taha, olup biteni babama anlatmıştı. Babam, hiç vakit kaybetmeden direkt doktorun odasına gitti. Biraz sonra yanımıza geldi. Yüzünde, her zamanki babacan tavrına rağmen, derin bir hüzün vardı. "İş korktuğunuz gibi değil. Gelinim biraz toparlasın. Hangimizin ciğeri uyuyorsa veririz. Allah beterinden korusun oğlum! Ulan kerata, baba oldun ha? Dik dur biraz!" Babamın söyledikleri, beni bir nebze olsun rahatlatmıştı. Onun o sağlam duruşu, bana güç vermişti.
Sonra odaya geçtim. Seher daha iyi görünüyordu. Gözlerinde yeniden o tanıdık ışıltı vardı. Annem, şefkatli elleriyle onu doğrultmaya çalışırken: "El at oğlum, biraz doğrultalım," dedi, arkasına yastıklar falan koydu. "Rahat mısın kızım?" Seher, zayıf bir sesle "Evet," dedi. Sonra gözleri beni buldu, tüm özlemiyle: "Kızımı ne zaman göreceğim?"
Hemen doktorun odasına koştum. Kalbim, kızımın ve Seher'in yeniden bir araya gelme anı için atıyordu. Doktor, yüzünde nazik bir gülümsemeyle: "Anneyi fazla sarsmadan tekerlekli sandalyeyle getirin, görsün," dedi.
Seher'in yüzünde tarifsiz bir sevinç belirmişti. Gözleri parlıyor, dudaklarında hafif bir tebessüm beliriyordu. Odaya doğru tekerlekli sandalye ile yürürken, sanki kızının kokusunu şimdiden alabiliyordu: "Ona yaklaştığımı hissediyorum. Kokusunu alıyorum sanki," dedi. Gözleri nemlenmişti.
Odaya geldik. Camın arkasından minicik yavrumuzu seyrediyorduk. Seher'in eli, benim elimi sıkıca tuttu. Sanki tüm gücünü o minik ele yüklemişti. "Bak, orada yatan bizim aşkımızın meyvesi. O bizim kızımız," diyordu, sesi titreyerek. O minik beden hareket ettikçe, içimiz sevgiyle doluyor, birbirimize daha çok kenetleniyorduk. Kalbimden bir yemin yükseldi: "Seni yaşatmak için her şeyimi feda etmem gerekse bile edeceğim. Sana söz Seher'im. Seni iyileştirmek için her yolu deneyeceğim. Seni bu hayata yeniden bağlamak için savaşacağım..."
O, bebeğine bakıyordu. Yüzünde tarifsiz bir gülümseme, gözlerinde anneliğin tüm o kutsal ışığı vardı. İçimden bir yakarış yükseldi: "Allah'ım, sen onu bana bağışla. Sen onu yaşat..."

Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Bir siyasi parti kursan, manifestonda olması gereken en sıra dışı madde ne olurdu?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.