Kalbin Sonsuz Bekleyişi
Reyhanlı ve İstanbul... Yaralı ruhumun iki durağı. Tedaviler sayesinde, sanki yeniden yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi, ufak ufak adım atıyordum. Yine de on dakikadan fazla ayakta kalmak, kalbimdeki ve bedenimdeki sızıyı yeniden canlandırmak gibiydi. Ben bu hayatta kalma mucizesiyle mutluydum ama Seher... Seher, bana belli etmek istemese de, gözlerinden süzülen her bakışta ailesine duyduğu derin özlemi hissediyordum. Apar topar geldiği için kimseyle vedalaşma şansı bulamamıştı, geride bıraktığı o hayat, ruhunda silinmez izler bırakmıştı.
Bir gün, içimdeki sıkıntıyla kardeşimi aradım. "Taha," dedim, sesimde bir yorgunluk, bir de umut kırıntısı vardı, "müsaitsen bize uğrar mısın?"
"Tabii, dersim bitti. Müsaitim, ne demek! Geliyorum hemen," dedi Taha'nın enerjik sesi. Kardeşim Taha, bir İngilizce öğretmeniydi; içimizde okuduğu bölümün hakkını veren tek kişiydi. Ben ilahiyat okumuştum ama kitaplara olan hayranlığımdan dolayı devam edememiştim. Beyazıt'ta küçük, huzurlu bir dükkân açmıştım, ruhumu orada bulmuştum.
Seher'e seslendim; mutfaktan gelen tencere sesleri arasında yemek yapıyordu. "Efendim ömrüm?" diye karşılık verdi, sesi bir bahar esintisi gibiydi.
"Bir şey konuşacağım seninle, gelir misin?" dedim.
"Hayırdır inşallah, ne oldu?" Yanıma geldi, yüzünde merak ve biraz da endişe vardı.
Ellerini tuttum, gözlerine baktım. "Seninle beraber bir yerlere gidelim ne dersin? Şöyle uzunca bir yolculuk yapsak, iyi gelmez mi ruhumuza?"
"Akşama kadar beni görmekten bıktın değil mi?" dedi, yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi.
"Ben senin gözlerine bakarak bir ömür sürerim," dedim, gözlerine yansıyan masumiyete hayran kalarak. "Yıllar geçse de, gözlerindeki o bahar kokusu hiç değişmesin, yeter."
"Biliyorum," dedi, sesi fısıltıya dönmüştü. "İyi olur. Evlendiğimiz günden beri bir yerlere gidemedik... Aksilikler üst üste geldi, sanki gölgemiz gibi bizi takip etti."
"Taha'yı aradım, gelecek birazdan. Arabayı o sürer, hem kendisi de gezmiş olur biraz," dedim.
"Olur, ben yemeği hazırlayayım hızlıca o zaman," dedi, yüzündeki gülümseme genişlemişti.
Yaklaşık yarım saat sonra Taha geldi, kapıdan içeri girer girmez her zamanki şakacı tavrıyla: "İyi misin yaralı aslan? Ne oldu, bir durum mu var? Aksiyonun eksik olmaz senin. Sanırım bu sefer Somali'ye falan gidiyoruz, orada durumlar karışık diyorlar..."
Seher mutfaktan çıktı, Taha'ya hafifçe kızar gibi yaptı: "Kocamı rahat bırak!" Seher, İngilizce bildiği için evde tek rahat iletişim kurduğu kişi Taha'ydı. Sanki aralarında gizli bir dil vardı.
"Alırım bak ayağımın altına! Önemli bir şey diyeceğim," dedim Taha'ya. "Seher'i gezdireyim biraz. Ayaklarımı uzun süre oynatamıyorum. Arabayı sen kullansan, bizimle gelsen olur mu?"
"Tabii olur abi, ne demek! Ama nereye gideceğiz? Uzun yolsa izin alayım ben."
"Bursa, Bilecik, Balıkesir... Buraları tasarladım kafamda. Sen ne dersin?"
"Çok süper olur! Ne zaman çıkıyoruz?" dedi Taha, gözleri parlamıştı.
"Hemen yemekten sonra. Funda Hanım'ı arayayım, ne diyecek bakalım. Sıkıntı yaparsa bana ver telefonu." Funda, benim okul arkadaşımdı. Babasının desteğiyle özel bir kolejleri vardı ve Taha da orada İngilizce öğretmenliği yapıyordu. Funda'yla aramızda hep iyi bir arkadaşlık olmuştu.
Taha gülerek: "Funda Hanım'ın selamı var dedi. İzni aldım. Ama yemekten sonra eve uğrarım. Siz yengemle hazırlanana kadar ben gelirim."
"Tamam olur. Ama arabayı da yıka istersen, tozlu olmasın yolculuğumuz."
Seher, elinde tepsi içeri girdi, yüzünde tuhaf bir ifade vardı: "Ben Funda'yı sevmiyorum hiç!"
Taha, Seher'e takıldı: "Sen neden sevmiyorsun o Funda'yı? Yapma yenge! Funda abla abimi abisi gibi görür. Çok seviyor ama abim onu nasıl görüyor bilmiyorum..."
"Şimdi oldu! Biraz da benzin dök, tam olsun," dedim, Funda'yla aramdaki bu anlamsız gerginlik beni güldürüyordu. "Ben karımı seviyorum. Bu gözler onun dışında kimseye bakmaz, bunu bil Seher."
Seher, gözlerini kısarak bana baktı: "Bilmiyorum. İnşallah yanılıyorumdur. Dur, onun gözlerinde benim Muhammed'e baktığım bakışlar var... Neyse, hadi yemek yiyelim," dedi, konuyu değiştirdi. Yüzünde hala o şüphe vardı.
Haksız sayılmazdı. Funda, eskiden beri tanıdığım bir arkadaşımdı. Bir iki defa benimle konuşmak istemiş, ben geri durmuştum. Bu kadar yıl geçmişken ihtimal vermiyordum, ama Seher'in keskin gözleri hiçbir şeyi kaçırmıyordu.
Yola çıktık, İstanbul'un kalabalığından uzaklaşırken ruhumuz da hafifliyordu. İlk durağımız İznik oldu, sonra Bilecik'e geçtik; Ertuğrul Gazi ve Şeyh Edebali hazretlerinin kabirlerini ziyaret ettik. Her bir taş, tarihin derin fısıltılarını taşıyordu. Akşama doğru Bursa'ya geçtik. Emir Sultan'ı ziyaretten sonra Ulu Cami'ye gittik. Seher, Bursa'nın yeşilliğine, tarihi dokusuna hayran kalmıştı. O gece Bursa'da kaldık, sanki tarihin sayfalarında huzur bulmuştuk.
Sabah uyandığımızda Seher, yüzü bembeyaz, sancısı olduğunu söyledi. Panik beni sardı, kalbim hızla çarpmaya başladı: "Hastaneye gidelim hemen! Hiç beklemeden."
"Biraz bekleyelim, geçmezse gideriz," dedi Seher, sesinde yorgunluk vardı.
Ama yüzündeki acı, her şeyi anlatıyordu. "Kalk hazırlan! Böyle olmaz, geç olmadan gidelim," dedim, sesimde endişe vardı. Taha'yı uyandırdım, o da anında fırladı. Apar topar hastaneye vardık. Acilde birkaç tahlil istediler. Doktor bizi yanına çağırdı, yüzünde ciddi bir ifade vardı: "Hastayı ameliyata almamız lazım. Çocuğun kalp atışları yavaşlamış."
İkimiz de donup kalmıştık. Daha yedinci ayındaydı. "Biz İstanbul'a gitsek doktor bey, orada aile doktorumuz var," dedim, sesim yalvarır gibiydi.
"Bu halde sizi yollayamam. Çocuk ölürse anneye zarar verebilir. Onun için lütfen bir an önce ameliyata almamız lazım," dedi doktor, kararlı sesiyle.
"Tamam," dedim, başka çaremiz yoktu.
Seher, çocuğumuz için endişeleniyordu, gözlerinde tarifsiz bir korku vardı. Apar topar ameliyata aldılar. Hayatımın en uzun bekleyişiydi bu. Saniyeler bile saat gibi geçiyordu, her an bir ömre bedeldi. Kendimi suçlu hissediyordum, içimdeki ses beni kemiriyordu: "Buraya gelmesek böyle bir şey olmayacaktı. Ya ikisine bir şey olursa ne yapacağım? Allah'ım, sen ailemi koru!" diye fısıldıyordum sürekli.
Zaman uzadıkça içimdeki korku katlanıyordu: "Şimdiye çıkmış olmaları lazımdı. Muhakkak kötü bir şey oldu," diyordum kendi kendime.
Kardeşim Taha, omzuma dokundu: "Sakin olur musun abi? İyi geçecek. Yeğenim güçlüdür benim. Ama sen sakin ol..." Sesi teselli etmeye çalışsa da, benim içimde fırtınalar kopuyordu. Bu bekleyiş insanı adeta eritiyordu, her saniye ömrümden bir parça koparıyordu. "Soldu mu acaba benim çiçeğim? Ben razıyım Allah'ım, onun yerine al beni, yeter ki onlar yaşasın!"
Sürgüne çektim sevdamı, tırnağına değişmez iken âlemi. Şimdi umutsuzluk kapısında bekliyorum onu köle gibi...
Ben onu öyle basit sevmedim. Mayınlar, bombalar korkutmamış, sindirememişti beni. Ama bu beklemek dizlerimin bağını çözmüş, kalbim ortadan ikiye ayrılacak gibi...
Allah'ım! Senin zatın ezeli ve ebedidir. Benim ne dünya malında ne şan şöhrette gözüm var. Tek bir dileğim var: Gönlüme yerleştirdiğini bu zayıf kuluna bağışla, onları bana bağışla...
Gözlerindeki hüznün rengine selam olsun,
Kalbinin bahçesinde kıskançlık büyüse de.
Aşk, bir haktır her sevene verilen,
Seni seçtim, bu dünyadaki en kıymetli hazine.
سلامًا على لون الحزن في عينيكِ
وإن نما في حديقة قلبكِ غيرةٌ.
الحبُّ حقٌّ لكلِّ محبٍّ مُعطى،
اخترتُكِ، يا أغلى كنزٍ في هذا الوجودِ.